Ünal, “Çok sevdiğim hikâyeler var. Şahmaran meselâ. Süper, olağanüstü bir hikâye. Evimde de kocaman bir Şahmaran resmi aldım, Mardin’den getirdim. Çok, hani insanı çarpan bir hikâye; ama o hikâyeyi yapabilmek için ciddi bir bütçeye, ciddi bir paraya ihtiyaç var. (…) Çok büyük bütçeli bir şey isteyen bir işe öncelikle yapımcılar engel oluyor” diye konuştu.
Ümit Ünal Sineması
Yönetmen Ümit Ünal, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Kültür Müdürlüğü tarafından Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Türk Sineması Konuşmaları”nda, sinemaya giriş hikâyesini anlattı, sinema anlayışı ve filmleri hakkında bilgi verdi.
Senem Aytaç’ın moderatörlük yaptığı söyleşide Ümit Ünal, izleyicilerin sorularını da cevapladı.
‘Yerli’ olmak ne demektir?
Ünal, “Yerli olmak konusundaki düşünceniz nedir? Yani bir film, hangi özellikleriyle yerli olur? Sizin buna bakış açınız nedir?” şeklindeki sorumuz üzerine, bir yabancıyla 11 sene evlilik yaşadığını belirterek “Onunla tanışmadan evvel ben kendimi hep İzmir’de yetişmiş, referansları hep Batılı olan… Ben, üniversite 1’den itibaren çoğunlukla İngilizce okudum. Referanslarım hep oraya dönük oldu ve kendimi hep ‘Türkiye’de yaşayan bir Batılı’ sanıyordum. Fakat, eski eşimle birlikte yaşarken, aslında en küçük detaylarıma kadar Türk olduğumu ve buralı olduğumu anladım” dedi. Ünal, sözlerine şöyle devam etti:
“Bir yere ait olmak, aslında insanın kontrol edebileceği bir şey değil yani. Siz, başka bir şey olmak istiyor olabilirsiniz; ama sonuçta burası, içinde yaşadığınız toplum, sizi buralı yapıyor. Ağız tadınız buralı, gördüğünüz, iyi bildiğiniz şeyler de, kötü bildiğiniz şeyler de sonuçta buralı. O yüzden ben, kendi işlerimde de böyle, ‘Aman yerli olayım, aman Türk… Türkiyeli olayım’ kaygım olmadı. Sadece kendim olmaya çalışıyorum. Başka birine özenmeden kendime dair hikâyeler anlatmaya çalışıyorum. Zaten özendiğimiz durumlarda da kötü oluyor. İşte ‘Kaptan Feza’… Örnekleri var yani. Bazı işlerde özenmişizdir belki hani yabancı filmlere veya özendiğimiz, taklit etmeye çalıştığımız durumlar olmuştur. O zaman başarısız oluyor. Ne kadar kendin olursan, ne kadar kendinden samimi bir şekilde bahsedersen o kadar da yerli oluyorsun, o kadar da buraya ait oluyorsun yani. Çünkü zaten atsan atılmıyor, satsan satılmıyor. O sensin yani. Buralısın sonuçta.”
Halk hikâyeleri ve efsanelerimiz neden sinemaya aktarılmıyor?
Ünal, “Bir sinema eleştirmeni de gündeme getirmişti. ‘Anadolu coğrafyasında halk hikâyelerinden efsanelere kadar uzanan çok zengin sinema malzemeleri var. Görsel olarak çok zengin sunumlara imkân sağlayan malzemeler var; ama biz bunları sinemada kullanmıyoruz’ şeklinde bir eleştiride bulunmuştu. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?” şeklindeki sorumuza da şu cevabı verdi:
Büyük bütçeli filmlere önce yapımcılar engel oluyor
“Onlar da bir şekilde deyimlerimize kadar sızmıştır herhalde; ama ben daha böyle kişisel şeyler anlatmayı tercih ediyorum yani. Kendi kontrolümde yaptığım filmler daha otobiyografik. Bir de işte sinema öyle bir şey ki, inandırmanız gereken bir sürü insan var. Öncelikle para sahiplerini inandırmanız lâzım. Şimdi bir halk hikâyesini alıp, bir prodüktörü ikna edip, atıyorum, efektli filan bir şey hani… Çok sevdiğim hikâyeler var. Şahmaran meselâ. Süper, olağanüstü bir hikâye. Evimde de kocaman bir Şahmaran resmi aldım Mardin’den getirdim. Çok, hani insanı çarpan bir hikâye; ama o hikâyeyi yapabilmek için ciddi bir bütçeye, ciddi bir paraya ihtiyaç var. Şimdi “9”u, “Ara”yı veya işte şimdi “Nar”ı yaptığımız bütçeleri kıyaslayınca, o hikâyeleri hayal etmek bile hayal yani bizim için. Zor. Öncelikle öyle bir şeye inanan bir yapımcının olması lâzım. ‘Böyle bir şey yaptırmak istiyorum’ filan diyen, ki biz de öyle bir prodüksiyona kalkışabilelim. En başta sinemacılar zaten, yapımcılar şey (olumlu) bakmıyorlar. Onlar da kolay satabilecekleri… Türkiye’de 1 milyon Dolar yatırdıysanız bir filme, en az 300 bin kişi gelmesi lâzım ki kendini amorti edebilsin ya da para kazanabilsin. Ama böyle hani 1 milyon kişi, 2 milyon kişi hedefleyen bir film yapıyorsanız, işte en garantilisi o zaman komedi yapmak. Genelde bakın işte ticarî filmlerin, iş yapan filmlerin hepsi komedi. Ya da bazen aksiyon. İşte Kurtlar Vadisi türü bir şey, şey yapıyor (iş yapıyor) ya da kırk yılda bir, hani Çağan Irmak, bence çok özel bir durum yani. Farklı filmler yaptığı halde iş de yapabiliyor işte; ama onun durumu özel. Televizyondan tanındı ve özel bir konumu var yani; ama onun dışında böyle çok büyük bütçeli bir şey isteyen bir işe öncelikle yapımcılar engel oluyor. Biz hayal etsek bile ona para bulmamız çok zor yani.
Türk sinemasını yönetmenler mi şekillendiriyor, yapımcılar mı?
Ünal, “O zaman Türk sinemasını yönetmenlerden çok yapımcılar mı şekillendiriyor?” sorumuzu da şöyle cevapladı:
“Şimdi şöyle; ben de bir yerde şekillendirmişimdir, tarihinde payım var. İşte ilk dijital filmi çektim filan; ama yani çektiğim sırada sandaletim kopuktu, gerçektir bu yani ve yeni sandalet alacak param yoktu. Projesine göre yani. Nuri Bilge, dönüştürdü Türk sinemasını bence, ilk filmleriyle gerçekten dönüştürdü; ama onun meselâ filmleri 50 bin Dolarlık filmlerdi. Yani Nuri Bilge de çekemezdi, atıyorum, bir fantastik hikâyeyi, bir Türk masalını onun da çekmesi çok zor olurdu. Sonuçta yönetmenler, başka kanallardan girip, kendi başlarına bir şeyler yapıp, çok küçük bütçelerle yapıp, sinemanın neredeyse yapısını değiştirerek bir şey yaptılar; ama sinema aynı zamanda büyük bir endüstri ve yani işte adam “Recep İvedik”i yaptırıyor, 4,5 milyon seyirci geliyor. Şimdi ona anlatamazsın yani gidip bir ‘Efendim, ben halk masalı yapmak istiyorum’ desen… Ortak bir zemin yok o adamlarla aramızda yani. Yönetmenler başka türlü değiştiriyor, onlar da değişmemeye direniyorlar.”
Programın sonunda Ümit Ünal’ın 2007 yapımı “Ara” isimli filmi gösterildi.