Türk Sineması üstüne dopdolu bir kitap…

Türk Sineması
Afişler;  duvarların, sinema kapılarının konuşan, yaşayan diliydi. Çocukluğunu, ilkgençliğini,  ‘taşranın doğusu’nda geçirenlerin özgür soluğuydu. Sinema afişleri, kalıcı değildi, haftalıktı...
EMOJİLE

Afişler;  duvarların, sinema kapılarının konuşan, yaşayan diliydi. Çocukluğunu, ilkgençliğini,  ‘taşranın doğusu’nda geçirenlerin özgür soluğuydu.

Sinema afişleri, kalıcı değildi, haftalıktı. Her gün olmasa bile, her hafta, bizlere bir şeylerin değiştiğini anlatırdı. Renksiz, soluk, soğuk  duvarların  verdiği dayanılmaz boşluk duygusu, değişen afişlerle dağılırdı. 

Yedi Kapılı Şehrin;  -Erzurum’un- Arı, Gürpınar, Güneş, Dadaş sinemalarındaki afişler, kapak kızı pozunda kar altı yalnızlıklarıydı.  Afişlerin önünde, dilimize hep bir şeylerin sancısı dizilir,  diyeceklerimizin üşürdü.

Çocukluğumuz; bakışlarımızdan yapılmış ‘Gelecek Program’ afişiydi. İlkgençliğimiz, sayfaları ortadan ikiye bölünmüş klasik bir Yeşilçam senaryosuydu.

Yedi Kapılı Şehir; daha çok “çarşıda lacivert kuşlar satan çocuk”luktan kalan afişler, hatıra duygusuyla saklanmış biletler; çocukluk yaşıyla eşit sinema düşleri ve “film dili bir Yeşilçam Türkçesi”yle konuşulan günlerdi.  Çocukluktan gençliğe geçerken en çok da kitaplara ve afişlere tutkunduk.  O zamanlar; sıfatlarımız daha yoğun, benzetmelerimiz daha süslü, duygularımız daha keskin, çıkışlarımız daha sivriydi. 

Lâle, İstikâl, Alkazar, Melek sinemalarını okuduğumuz dergilerden biliyorduk.  Taşradaki her çocuk gibi, biz de bir gün gidebileceğimiz İstanbul’un hayalini kuruyorduk.  Yeşilçam’ın hayalini… Çünkü; bizi büyüten hayaller orada yazılmış, bizi büyüten filmler orada çekilmişti.

Issız bir çocuklukta, pek bilincinde olmasak da bir yaşama biçimi bulmuştuk: Okumak ve seyretmek.  Zaten, ‘Okumak ve seyretmek umut değil miydi?’ ‘Düşlerimizi okumak, düşlerimizi seyretmek’ tek avuntumuzdu. 

Yedi Tepeli Şehir; “arka sokakları öykü yüklü Pera”ydı. Şiirin de sinemanın da herkes adına kanayan bir klâket kesiğine dönüştüğü, “serçe salası bir karanlıktı.” Uzun uzun kendisine bakılmadıkça kimseyle konuşmayan, “kalbi sürç-ü lâl, her sözü buğulu ve titrek” Yeşilçam Sokağı’ydı.  Yalnızlığın üstüne kanatlanan taşralı bir şiirdi. Gurbet Kuşları’ndan ödünç alınmış eksik bir yağmurdu. 

Bir filmi, daha çok sonunda ne olacağı merakıyla seyreder, film sonlarında, tam bir kesinlik isterdik. Filmler, bizim için kader matrisleri gibiydi. Filmlerde, beklentilerimizle örtüşen serüvenler arardık. Yeşilçam, neredeyse otuz yıl bu beklentilerimize yanıt vermekle yetinen bir hayal sinemasıydı. Oysa, çocukken seyrettiğimiz ve çok sevdiğimiz hiçbir film, içimizde bitmemişti.
Sinema, bizim için aşk gibi bir şeydi. “Çünkü, sinema da aşk da insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştu. Hayal olduğunu bildiğimiz perdeye bütün yüreğimizle inanmıştık. Önce, bir aldanışa âşık olmuştuk, sonra o aldanıştan bir hakikat yapmıştık.”

Yıllar sonra, aynı filmleri seyrederken, aynı kitapları okurken çocukluğumuzun elinden tutarak yaş alıp ömür geçiyorduk.

Birçoğu siyahbeyaz eski filmler; folklorik bir malzeme gibi kanallarda sergilenirken, o eski filmler yavaşlatılıp dizi yapılırken,  bize hangi hatıranın kalacağını bilemiyorduk.

Yıllar sonra, sanki gizli bir kentten söz eder gibi, konuşmaya başlıyorduk eski filmlerden. Yeşilçam’ın rehinci dükkânında unutulmuş isimlerin ve filmlerin izinden giderek, bir kuşağın hayal/hayat tutanaklarını tazelemek istiyorduk.

Yaşamın ve sinemanın simgesi yedi ile saniyeye sığan yirmi dört kare, edebiyatla sinemanın iç içe, yan yana durduğu bu kitabın temel belirleyici, sınırlandırıcı ölçüsü oldu.

Yedi bölümden oluşan ve her  bölümde yedi isme yer verilen kitap Destek Yayınları’ndan çıktı.
Artful Living