Kadınları da kadın sinemacılar anlatsın

Türk Sineması
Demirkubuz: Maradona sahtekâr tanrı Buenos Aires’teki Türkiye Filmleri Festivali’ne katılan yönetmen Zeki Demirkubuz’la futbol, sinema ve Kürt sorunu üzerine konuştuk. Güney Am...
EMOJİLE

Demirkubuz: Maradona sahtekâr tanrı
Buenos Aires’teki Türkiye Filmleri Festivali’ne katılan yönetmen Zeki Demirkubuz’la futbol, sinema ve Kürt sorunu üzerine konuştuk.

Güney Amerika’nın ilk bağımsız Türkiye Filmleri Festivali’ne Buenos Aires ev sahipliği yaptı. Türk sinemasının son altı yılında öne çıkan ‘Çoğunluk’, ‘Takva’, ‘Gitmek’, ‘Anadolu’nun Kayıp Şarkıları’, ‘Beni Unutma İstanbul ’ ve ‘Yeraltı’ filmleri Buenos Airesli sinemaseverlerin beğenisine sunuldu. Festivalin konuk yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz’u futbol ülkesi Arjantin’de yakalamışken, futbol, sinema, Kürt sorunu ve popüler kültür üzerine konuştuk.

Nasıl buldunuz Arjantin’i, Buenos Aires’i, özelde seyirciyi?

Festivalde iki kez bulunma fırsatı edinebildim. Bir ‘Yeraltı’nın gösterimi bir de Hüseyin’in (Karabey) söyleşisi için. Seyirci benim görebildiğim kadarıyla biraz utangaçtı. Bu tip yerlerde ilk seferler daha bir sosyal aktivite olarak yapılır. Sonrasında yapılmaya devam edildikçe gerçek sinema festivaline dönüşür. İstanbul Film Festivali de Film Günleri olarak başlamıştı. Türkiye için eni konu sosyal bir olaydı o 80’li yıllarda. Biraz o aklıma geldi. İnsanlar sıcaktı, ellerinden gelen çabayı gösterdiler. Ve Buenos Aires de adı gibi gerçekten çok güzel.

Hep söylenir Arjantin’le Türkiye’nin benzerliği. Aynı dönemde krizler yaşamaları, insanları vb. Siz ne tür benzerlikler gördünüz?

Üç beş gün kaldığım bir yer için çok ahkâm kesemem ama gözlemlerim var. İklimi, sosyolojik yapısı, devlet ve toplum olarak hikâyesi ve sokak olarak çok benziyor. Atina, Buenos Aires ve İstanbul kadar birbirine benzeyen yer çok azdır herhalde. Bir de Lizbon. Mevsim tersliği olmasına rağmen -burası yazken orası kış- manzara aynı. Gürültücü mesela ikisi de.

Siz hemen Boca maçına gittiniz. Statta neler gördünüz. Beşiktaşla-Boca seyircisi arasında benzerlikler gördünüz mü? Mesela Boca’nın La Doce grubu meşhurdur, Çarşı gibi.

Boca maçına gittim ama Boca deplasmanda oynuyordu, All Boys’un stadında. All Boys siyah-beyaz, Boca da sarı-lacivert olduğundan otomatik olarak All Boys tribününe yöneldik. Ama San Lorenzo’dan sonra Boca’yı severim. Gördüğün gibi bugün de üzerimde Boca’nın siyah beyaz versiyonlu forması var. Maç çok enteresandı, tribünler falan. Boca seyircisi çok cool, kendinden emin, bizim deplasman seyircisine çok benziyor. All Boys küçük bir semt takımı ve küçük bir stadı olmasına rağmen inanılmaz bir seyircisi vardı. Bizim Kapalı’daki ‘kutu’ diye tarif edilen yeri bütün bir maraton tribünü olarak düşünün. Çok sertler ve haybeden adamlar değiller. Bunu şundan anladım. Kimse birbirine atar, gider yapmadan kendi işine bakıyor ve varlığını hissettiriyor. Ötekine dönük değil, kendilerine dönükler yani. Bu, çok hoşuma gitti. Bizim tribünlerde çok olamayan bir şey.

Eduardo Galeano, Maradona için “Tüm zaaflarından mütevellit tek insancıl tanrı” der… Sizin için kimdir Maradona?

O zaman tonla tanrı var yeryüzünde. Bunları futbolun abartısı içinde anlayabiliyorum. Maradona benim için öyle tanrı, insan tanrı olacak kadar değil. Ben izledim de Maradona’yı. Sadece futbol olarak değil ama illa bir tanrı aranıyorsa ondan daha iyileri var.

Kimler mesela?

George Best’ten tut da Eric Cantona’ya kadar… Her toplumun zor zamanlarında ilahlara ihtiyacı olur, Arjantin’de de bu Maradona olmuş. O golü İngilizler’e değil de İrlanda’ya atsaydı ne olacaktı?

Ne olacaktı?

Sahtekâr. Bütün toplumların böyle bir numaraya ihtiyacı vardır. Arjantin’in numarası da bu oldu.

Futbolda demokrasiye inanıyor musunuz?

Futbolda demokrasiye değil, adalet duygusuna inanıyorum. Bence futbolun en temel duygusu adalet duygusu ve ahlaktır. Ve günümüzde futbolun en temel sorunu da budur. Çünkü, ahlakı ve bu ahlakı belirleyen adalet duygusunu çektiğiniz zaman futbol oynama nedeni ortadan kalkar. Yeryüzünden hiçbir taraftar yoktur ki, kazandığında sevinmesin. Ama yine yeryüzünden hiçbir taraftar yoktur ki hileyle hurdayla kazanılan bir maça sevinsin. Yani herkes, dünyanın en aşağılık insanı bile belki maç sırasında heyecandan değil ama sonrasında ya da kendiyle kaldığında, en azından içten içe o hak etmişlik duygusunu hissetmek ister, hakkıyla yenmiş olmanının gururunu yaşamak ister. İnsan böyle bir varlıktır ve insandan hâlâ umudu kesmememiz gerektiğinin en büyük sebebi de budur.
Mesela Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde zengin, sadece ve sadece kazanmaya kodlanmış, güç üzerinden kendini var etmiş futbol takımlarının seyircileri bile, ahlaksızlık yapan, şikeyle şunla bunla maç kazanan takımların taraftarları bile, bir şekilde bunu kabul etmezler. Bunun nedeni riyakârlıklarının yanında, böyle bir şeye inanmak istememeleridir. Çünkü buna inandığımız zaman futbol denilen şey biter. O yüzden ben demokrasi değil, ahlak ve adalet duygusu diyorum. Yoksa futbolla ilgilenme nedenim ortadan kalkar.

Sizin bütün filmlerinizin örgüsü erkek kahramanlara dayanıyor. Kadın merkezde olmasına rağmen asıl anlatılanın erkek olmasının nedeni nedir?

Belki ben erkek olduğum içindir. Kendim erkek olduğum için, erkekliğin trajedisini belki daha iyi bilip daha iyi hissettiğim içindir. Öbürünü de kadınlar yapsın. Kadının durumunu, sürekli kadına çizilen o sosyal ve fiziki trajik durumların arkasında bir de bir erkek trajedisinin olduğunu da göstermek istiyorum. Mesela kadınlar fizik olarak, sosyolojik olarak eziliyorlar. Erkekler bunun görünürdeki müsebbibleri olsa da her şeyin bu kadar basit olmadığını göstermek istiyorum. Ama bu oturup üzerine özellikle düşündüğüm bir şey değil.

Ama sizin kadınlarınız hiçbir şekilde zavallı değiller zaten, oldukça güçlüler.

Zavallı değiller ama fiziksel, psikolojik bir sürü şiddete uğruyorlar. Belki bunu göstermek istiyorumdur, ben de tam olarak bilmiyorum. Ben bu konuları düşünerek değil, sezgilerimle yapıyorum.
Sizin kadınlarınızda, özellikle ‘Masumiyet’, ‘Kader’, ‘İtiraf’ ve ‘Üçüncü Sayfa’daki kadınlarda femme fatale’lik var. Kadınlar olayın merkezinde, erkekler onlara ulaşamıyorlar. Bu anlamda yıkıcılar. İyi de bu benim icadım değil. Dünya, özellikle de Türkiye böyle bir yer, toplumsal kurgu bunun üzerine. Aile çay bahçelerinin olduğu bir yerde mecburen femme fatale’lik olur.

Ulaşılmaz mı yani?

Ulaşılmaz tabii. Ulaşılmaz olduğu için kadın tabu haline geliyor, sonra da femme fatale’lik getiriyor. Mesela şöyle düşünün: Gündelik hayatta erkeklerin yaptığı her işi kadınların yaptığı, her alanda insan olarak, tam eşit koşullarda, kimsenin altının çizilmediği bir hayat ve kadın-erkek ilişkileri düşünün. Femme fatale’lik diye bir şey olur mu? Aslında herkes görüyor bunları ama dediğim gibi, kurgu böyle, varoluş böyle ve şimdilik böyle gidiyor.

“İki artı ikisi dört etmeyen kahramanları anlatıyorum” diyorsunuz, özellikle ‘Yeraltı’nın kahramanı Muharrem’i anlatırken. İki artı ikisi dört etmeyen kadınları da anlatmayı istemez misiniz?

Bilmem anlatmıyor muyum sence?

Anlatıyorsunuz ama merkezine almıyorsunuz. Onlar yan karakterler ya da peşinde koşulanlar. Asıl karakterler hep erkekler.

Ben bu kadarını yapabiliyorum. Bunlar sonsuz şeyler. Aslında isterim, neden olmasın. Bir gün anlatırım belki. Talep topluyorum bu ara. Anket yayımlayacağım internet sitesinde, nasıl filmler çekeyim diye!

80 sonrası Türk sinemasında Reis Çelik’le birlikte ilk Kürtçe müzik kullanan yönetmensiniz. 90’ların o kaotik ortamında ‘Masumiyet’te kullanmıştınız. Şimdi barış müzakerelerinin sürdüğü şu günlerde neler düşünüyorsunuz?

Doğru, şimdi sen söyleyince fark ettim. 90’larda Kürtçe müzik kullanmıştım. Koma Amed’in söylediği Irak Kürdistanı’ndan ‘Evare’ adında bir şarkıydı. Hakikaten bunu şimdi fark ediyorum, çünkü bu benim için basit bir konu. Pink Floyd’dan bir parça kullanmak gibi. Eski Marksist olmama rağmen bunu Türkiye’nin politik şartlarını ya da Kürt meselesini düşünerek yapmadım, doğal bir biçimde ve içimden gelerek yaptım. ‘Masumiyet’ten önce, 1995’te filan, Kürtçe film çekmeye de kalktım. Albert Camus’nün bir hikâyesini 1938 Dersim’e uyarladım. Bir öğretmenle bir tutsağın hikâyesiydi. Ama Kürtlerle ilgili bir politik film çekeyim diye değil. Aklım, kalbim öyle gittiği, bana çok doğal geldiği için… Yani insanlar 1938 yılında o bölgede Kürtçe konuşuyor, çekilen filmde de Kürtçe konuşurlar diye… Tıpkı Türkçe film çekmem gibi, aynı doğallıkta. Ama o kadar salakça giriştim ki işe, herkesin bir bahanesi çıkmaya başladı, üstüne ben de hastalanınca kaldı. Yani Kürt meselesine bir mesele olarak değil de insanca ve kardeşimiz demediğimiz hatta düşman dediğimiz insanlar gibi bakabilseydik zamanında böyle bir mesele olmayacaktı. Tamam oldu. Şimdi bu yanlıştan vazgeçilebilirse mesele çözülür, özellikle herkes bu kadar istekliyken.

Röportajın devamını okumak için tıklayınız!

Radikal