İnsanların zamanla sanat eserlerindeki güzelliği taklit edeceğini belirten Soysal; “Erdem, sabır, inanç ve hakikat üzerine kurulu bir ahlakı temsil etmek kolay değildir; yüzyıllar sürer. Ama o ahlakı bozmak çok kolaydır.” diyerek sanatın asıl amacının ne olması gerektiğine dair önemli tespitlerde bulundu.
Üç Yol filmi aslında fizikî yollardan ziyade manevi yollar barındırıyor içerisinde. Özellikle Bünyamin, Züleyha ve Yusuf’un karakterlerinin bile farklı yönleri bizi bu yollara sürüklüyor. Sizin için ne ifade ediyor Üç Yol?
Sanırım benim ve seyirciler arasında çok fark olmaması lazım. En azından ortak bir zeminin olması lazım. Bu da en basitinden diyelim ki, hikâyenin geçtiği mekanlardan bir tanesi Üç Yol. Özellikle üç karakterin ilk defa bir araya geldiği bir yer. Ama tabi bir tanesi ölü, Bünyamin’in tabutunun olduğu, Züleyha’nın Bosna Hersek’ten yeni geldiği ve Yusuf’un ise kardeşini gömmeye götürdüğü Üç Yol. Ama özelde ise başka başka imgeleri var tabi ki Üç Yol’un.
Birbirinden ayrı olan üç yol değil bunlar, öncelikle bunu belirtmek gerekir. Birlikte olan, bitişik olan üç tane yol. Yani, ikinin aslında birleştiği veyahut da birin yer yer ayrıştığı üç yol anlamına gelir. Böyle kategorize etmek ne kadar doğru bilmiyorum ama Yusuf için örneğin daha çok gerçeklik ve hakikati, yaşadığı hayat, kendi karakteri, duruşu, hayatı algılayış biçimi, rüyaların içinde olmasına rağmen büyük bir kavga ve idealizm peşinde koşmayıp aslında var olanla yetinmesi ve alınyazısına kendisini teslim etmesi. Ki normal kıssadaki Hz. Yusuf’un tavrı da budur; kuyuya atılması Allah’ın takdiridir. Emir’in rüyasını yorumlamasını da yine Allah’ın takdiri olarak görür.
Kardeşlerinin tekrar kendisine dönüşünü o bir zamanlar gördüğü rüyanın artık gerçekleştiği fikrine götürür. Dolayısıyla Yusuf burada da bu anlamda tamamlanmıştır, kemali gösteren bir özellik ve karaktere sahip. Bünyamin ise tersine, aslında bizim aç olan yanımızı, ruhumuzu, beşer olan tarafımızı simgeleyen ve bu yüzden aslında şair aslında böyledir. Duygusuz, kontrolsüz, huzura ermemiş, kaosu içinde barındıran, kosmosa hasret, onun peşinde giden ama bunu yaparken de sürekli hatalar yapan, günahlar işleyen, bazı kişilere istemeden zarar veren bir durumda Bünyamin. Ama rüyalarında varmak istediği yer ise Yusuf ve kayıp rüyası da aslında Yusuf, o kemale ermek, o huzura ermek.
O huzurun olduğu yer de işte rüyaların mantığında aslında bir alınyazısını kabullenmedir. Yusuf bir rüya görür veyahut Hz. İbrahim bir rüya görür, buna saçma deyip kendisi bambaşka hatta tersine tavırlar içerisine girebilirler. Ama Hz. İbrahim oğlunu kurban etmeye gidiyor, Yusuf ise kuyuya atıldıktan sonra sabır gösteriyor.
Siz nasıl yaklaşıyorsunuz rüyalara? Gerçekte de çok rüya gören birisi misiniz?
Evet, çok rüya gören birisiyim ama azaldı, tüketim şartları ve aynı zamanda yaşadığımız bu saatler ki her biri kontrollü aslında. Bizim tarafımızdan tasarlanmamış ama bir şekilde tasarlanıyor ve bir saatte uyanmak zorundasınız, bir saatte işyerine geliyorsunuz, yemek saatiniz belli, arkadaşınızla sohbet edeceğiniz saat belli hatta artık edemiyorsunuz dahi. Dolayısıyla bu kontrol içerisinde çok fazla rüya görme imkânına sahip olamayabiliyorsunuz ya da rüya görürseniz dahi etkisi çok az kalıyor üzerinizde.
Ya da o kontrol edilmemiz neticesinde bizim bilinçaltımıza itilen şeylerimi görüyoruz?
Tabi tabi. Aynen bu da başka bir açıdan, diğer açıdan da gördüğümüzde dahi aslında bu keşmekeşin, bu kaosun farklı yansımalarını görüyoruz. Aslında bizler başka şeyler arzu etsek; yolculuğu, buradan uzaklaşmayı, başka bir ruh ve atmosfer içerisine girmeyi arzu etsek zaman içerisinde buna yönelik rüyalar göreceğiz. Ve belki de onun etkisinde kaldığımızda gün içerisinde daha doğru hareket edeceğiz, daha az zarar vereceğiz insanlara, daha az yiyeceğiz, daha az tüketeceğiz, daha az bağırıp çağıracağız, daha az konuşacağız belki ve o aslında ulaşmaya çalıştığımız doğadan minimum miktarda ama daha güzel ifade etme noktasına erişeceğiz.
Burada Bünyamin bunu yapmaya çalışırken tek başına yapamıyor. Bunun için bazı şeyler gerekli, düşüş gerekli, yani kuyuya düşmek gerekiyor Yusuf’un rüyasında olduğu gibi. O da düşmek istiyor, düşüşün peşinde. Ama kuyuyu birileri taşlarla örmüş. O kuyu da aslında daha sonra gerçekteki hikâyemizde karşımıza çıkacak. Onun aslında toplu mezarlarda bulduğu kuyunun farklı bir yansıması.
Gerçekliği var mı kuyunun, gerçek bir hikâye mi?
Evet. Kuyunun gerçekliği var tabi adı kuyu diye geçmiyor. Büyük bir çukur kazılmış ama kuyu gibi derine doğru kazılmış bir çukur ve çok sayıda Boşnak maalesef katledilip içeriye gömülmüş. Ben onu okuduğumda hikâye daha kendini hissettirmeye başladı. O kuyu meselesi, benim senaryodaki ilk yazdığım Yusuf’un rüyasını görmek için kuyunun kenarına gelmesi ve kuyunun taşlarla dolmuş olması daha belirgin olmaya başladı ve nitekim Bünyamin de onu bulduğunda taşların altından sesler duyuyordu; “Yusuf, Yusuf, Yusuf!” diye.
Filmin de iki yerinde tekrar bu geçiyor kuyunun başında. Aslında bu tarz böyle göndermeler var, tek başına o kuyuyu orada görmek yetmiyor. Onun devamını da görmek ve ilişkisini kurmak gerekiyor. Tabi bazı şeyler ancak diyalog üzerinden anlatılabilirdi. O kuyuyu, o insanları, o cesetleri vs. göstermek daha ayrı bir prodüksiyon isterdi, ona da bizim imkanımız yoktu zaten.
Filmde Bosna’nın savaşta yaşadığı acılara dair belge görüntüler de yer alıyor. Daha çok imgeler üzerinden gitmeyi tercih eden bir filmde neden böyle bir şeyi tercih ettiniz?
Neden olmaz diye ben size sormak isterim aslında. İmgesel, şiirsel bir filmde gerçekçi bir sahne birden çıkabilir. Ya da diyelim ki; Züleyha yukarıya doğru çıkarken çok şiirsel bir rüya sahnesi neredeyse. Ki daha sonra gerçek ya da rüya olduğunu artık orada örtüyoruz, birbirine giriyor tam o sahnede. Gerçekten uyandığı ve o mavi elbiseyi bir yerden bulduğu ve Bünyamin’in söylediği gibi atlamaya gitti. Bir gerçek de olabilir, rüya da olabilir. Ama kimin rüyası?
Bünyamin’in gördüğü rüya belki de, şimdi Yusuf’la tam olarak birleştiler. Ki rüyalarda Yusuf Züleyha’yı bulmaya çalışıyordu. Ama oradaki taşın üzerinde bir yazı yazar: “Kadınların kaleye çıkması yasaktır.” Bu mesela orada yaşanmış bir şey. Kaleye belki o yazı yazılmadı ama bir dönem kadınları almadılar çünkü bir kadın intiharı oldu. O çevrede başka birkaç intihar daha olunca, yüksek yerlere çıkmalarına izin verilmedi kadınların. Haliyle; “O zaman bu yazı niçin burada?” diye söylenebilir.
Benim derdim sadece böyle şiirsel bir film yapmak değil veyahut sadece rüya üzerine film yapmak değil. Sonuçta bunun mutlaka bir gerçeklik ayağının olması lazım. Bir yere dokunması lazım. Hatta ben belgesel görüntülerin az olduğunu bile düşündüm. Ama o söylediğiniz kaygıdan ve korkudan da çok fazla arttırmak istemedim. Hatice Teyze hadisesi nitekim gerçek bir hadisedir. Hala aslında çocuğunun kemiklerini bulamamış bir anne ve o belgeseldeki kadın da ona çok benzeyen bir kadındır.
Sanat eserleri geçmişin izlerini geleceğe taşıma gibi bir görevi de üstleniyor. Hasankeyf gibi bir güzelliğin sular altında kalmasına müsaade eden ya da savaşlar ile barış oluşturma gayreti güden modern insan sanattan ne kadar ve ne anlıyor? Tüm güzellikleri kaybettiğimiz gün sanatın bir ehemmiyeti kalacak mı sizce?
Bu zaten modern dönemin bütün sanatçılarının derdi ve konuştukları hakikat. Bunu Oscar Wilde güzel bir cümleyle ifade ediyor; “Doğa, sanatı taklit ediyor.” der. Sanat eseri o güce eriştiği vakit, o güzelliğe bu sefer doğa onu taklit edecek, bizler taklit edeceğiz. Bizler diyelim, bir filmdeki karakterin yaşamına özeneceğiz. Bizler bir şiirdeki şairin söyleyiş cesaretine ve kendinden eminliğine, korkusuzluğuna özeneceğiz ve bizler onu taklit etmeye başlayacağız. Ve ha keza diyelim ki iyi bir ressam çok güzel bir resim yaptığı vakit, doğayla ilgili, bambaşka bir mekânla ilgili bizler o mekânı özleyeceğiz ve bu sefer onun arayışına gireceğiz. Neden bu mekânlar yok veya bu mekânlar neden yok oluyor? Veyahut “Kardeşim sen Hasankeyf gibi bir güzellik var, ben onu şu filmde gördüm. Nasıl sular altında kalmasına izin veriyorsun?” diye belki gelip engel olacak.
“ Erdem, sabır, inanç ve hakikat üzerine kurulu bir ahlakı temsil etmek kolay değildir; yüzyıllar sürer. Ama o ahlakı bozmak çok kolaydır.”
Belki bu saatten sonra zor olur ama yarın öbür gün biri gelir belki bunun hesabını sorar. Veyahut da hesabını soramaz, bunun gibi bir vakanın yaşanmasına engel olur. Sonuçta sanatın sosyal gücü dediğimiz şey, böyle anlık tarif edilebilecek ya da paraya dönüştürülebilecek bir şey değildir. Gücü de buradan kaynaklanır. Bütün zamanlar üstü bir şeydir. Mesela bu yaptığım için birileri çıkar, der ki; “bu kadar paraya değer mi bu film?” ve sadece neler yapıldı şu kadar paraya? Recep İvedik yapıldı, Cem Yılmaz’ın filmleri yapıldı, komedi filmleri yapıldı. Buna benzer filmler yapılmadı.
Ve toplum ne hale geldi biliyor musunuz bu filmler sayesinde? Gidip eğlenecek, 12 lirasını verecek ve eğer gülemezse bir süre sonra ve eğer aksiyon kendisini rahatsız etmese, şiddet damarına kadar batmasa o parayı helal etmeyecek. Çıkarken kavga çıkaracak; “Benim paramı geri verin, ben burada gülmedim, ben burada etkilenmedim, ben burada korkmadım.” Çünkü sizler insanı, bu tarz filmleri yapan ve bu filmlerden para kazanmayı hedef edinen kapitalizm ve düzen, çünkü bunlar daha fazla insandan para kazanmanın yolunu öğrendiler, insanı hayvanlaştıran özelliklere önem veriyorlar. Ve insanların hayvanlaşması tabii ki melekleşmesinden daha zordur.
Erdem, sabır, inanç ve hakikat üzerine kurulu bir ahlakı temsil etmek kolay değildir; yüzyıllar sürer. Ama o ahlakı bozmak çok kolaydır. Birkaç bozuk elmayla bütün hepsini çürütebilirsiniz. Ve içine ne kadar elma koyarsanız da o çürük elmayı iyileştiremeyebilir. Bu yüzden bu tarz filmler yapıldığı vakit sadece bu zamanla olarak sınırlı düşünmemek lazım. Veya şu kadar kişi izledi, bu kadar kişinin izleyeceği filme destek mi verilir ya da yapılır mı böyle film? Bu beş yıl sonra da izlenecek, on yıl sonra da izlenecek, sürekli izlenecek. Sürekli bunun üzerine tartışılacak, yorum yapılacak. Ya da belirli kişi izleyecek ama bu memleketin fikir ve düşünce dünyasına etki eden insanlar bunu izleyip, bunun üzerine yorum yapıp bir şeyler konuşacak.
Filmi izlerken şiir gibi görüntülerle baş başa kalıyoruz bazen. Şair bir yönetmen için bu duyguları görüntüye yansıtmanın zorlukları neler?
Tabi o şiirlerle görüntüler arasında bir ilişki kurmak biraz zor oluyor. Diyelim ki; şair Bünyamin aynalarla ilgili bir mısra söylüyor, ayna mevzusuna gireceğiz yavaş yavaş. Oradaki biraz daha basit bir şiirdi mesela, neye göre? Yusuf ve Züleyha karşılıklı oturdukları şiire göre. “Doğru mu Züleyha, kısacık bir aşk rüyası uğruna bütün insanlığı bir ömür kuyularda uyuttuğun?” Bu ise daha derin, daha bana yakın.
Araba sahnesinde de intihar eden şairlere bir gönderme var. Aynı zamanda intihar eden şairlere, bu yaşadığımız çağda var olan hayatı ve aynı zamanda düzeni ve insanların çıkarlarını artık kabul etmeyip, bunlara dayanamayıp buradan göçen şairlere de bir gönderme vardı. Bizim intihar eden şairlere de yer vermek gerekirdi belki ama olaya biraz daha batılı yaklaşmak istedim. Doğudaki intihar daha farklıdır, şair de olsak şair umutsuz insan değildir. Umutsuz insan küfür içindedir. O yüzden intihar bizim anlayışımızda yoktur.
Filmi izlerken Bünyamin karakterinin sizi anlattığına dair bir algıya kapıldım. Şiir ve memleketleri dışında var mı ortak noktalarınız? Bünyamin sizden neler aldı?
Bünyamin mesela şair olması, rüya görmesi, Bosna’ya gitmesi bütün bunları benden aldı. Ama kıskançlık yok, yani ben abimle bir kıskançlık yaşamadım. Küçükken mutlaka olmuştur, ben hatırlamıyorum kavgaları, tartışmaları. Hiç o anlamda kıskançlık, hele aynı kızı sevme bambaşka, bu huylarımız çok farklı abimle. Böyle bir dünyamız yok. Ama abimin de aslında Yusuf’a benzer bazı özellikleri var; abim Amerika’dan teklif almasına rağmen gitmedi, annemin babamın yanında kaldı. Ekonomik olarak maddi durumu çok da iyi olmayan bir ortamda yetiştik. Abim de gidip çalışmak durumunda kaldı. Haliyle aslında aileyi kucakladı, Yusuf’un karakterine bu yönüyle benziyor. Ankara’da okumuş olmasına rağmen Batman’da yaşamayı tercih etti.
Rüya sahnelerinin mavi renkte tonlanması, Züleyha’nın mavi kıyafetlerinin tercih nedeni nedir?
Mavi derinliği, saflığı aslında beyazdan daha fazla çünkü biz suyu birlikte gördüğümüzde artık mavi görürüz. Tek başına beyaz olduğunu düşünürsün ya da bardakta görürüz. Ama denizde gördüğümüz vakit hatta gökyüzünü mavi görürüz. Elimize alıp parçaladığımızda beyaz görürüz. O bütünlüğe yani o rüya ikliminin varmak istediği kemalin simgesi ancak mavi olabilirdi.
Oyuncuların farklı ülkelerden olması ve farklı dilleri de konuşmaları aslında bir risk değil miydi?
Onu çok tartıştık. Acaba Türk oyuncular götürüp, bütün filmi Türkçe mi yapalım, Amerikalılar gibi. Amerikalılar böyle yapıyorlar. İngilizce bütün dünyada olduğu için böyle yapıyorlar. Sizin dilinizin dünyada böyle bir yaygınlığı yok ki bunu düşünüp, böyle yapasınız. Kimse sormuyor, Hindistanlı oyuncu ama İngilizce konuştu diye. Ya da Kürt oyuncu ama İngilizce konuştu Amerikan filminde diye. Kimse bunu sorgulamıyor. Çünkü alışkanlık haline getirdi bunu. Türkçe’nin böyle bir durumu yok. Osmanlı döneminde olsa herkes Osmanlıca da konuşur, hiç problem olmaz. Ama hikâye iki ülke arasında olduğu vakit, bir oyuncunuz oradan bir oyuncunuz buradan olduğu vakit hangi dili konuşsunlar orada?
Kız Türkçe konuşsaydı daha mı inandırıcı olurdu? Kız Fransız değil de Türk şairler üzerine mastır yaptım deseydi, bunlar hep Türkçe konuşuyorlar Bosna’da demeyecek miydiniz? Türkiye’den de oyuncu götürebilirdik. Buradan kişilerle de çalışırdık. Ama o zaman ortaya başka bir film çıkardı, Üç Yol olmaz başka bir film olurdu. Tasarlanmış, kurgulanmış, televizyon mantığında bir film çıkardı. Ama ben bu filmin bütün insanların tarafından izlenmesini istiyorum. Hakikaten de Batman’dan Bosna Hersek’e zamanında benim gittiğim gibi biri gitmiş, oradan da bir kızla tanışmış, kendi geçmişiyle ilgili problemleri var, bir yandan da insanlara yardımcı olmaya çalışıyor, kendi dünyası dâhilinde şiirle, sanatla, idealleriyle barışı sağlamak, hayatını kurtarmak. Ama bunu yapamıyor.
Yeni projelerde de şair oluşunuzun etkisini hissedeceğimiz muhakkak. Ama anlatım dili olarak bu filminizi referans alabilir miyiz?
Aslında şu ana kadar yaptığım bütün filmlerde bu anlamda bir sürreal, gerçeküstü şeyler var filmlerde. Ve tabi buna en büyük sebebiyet veren şey, şiir. Ben bundan şiir yazarak kurtulamazdım. Şu an şiir yazmıyorum eskisi kadar. 2011’de son şiir kitabım çıktı. Ondan sonra iki ya da üç şiir yazmışımdır. Ama ruh olarak kurtulamıyorsunuz ki. Şair olmak sadece şiir yazmak değildir. Şiir çekiyor sizi, okumak zorundasınız. Mesela ben bazen bazı arkadaşlarla tanışıyorum. “Ben ömrümde hiç şiir okumadım.” diyor. Ben bir daha o insanlarla görüşmem.
O insanların bana değil, topluma da katacak bir şeyleri yok. Kendilerinden, konuştukları dilden de haberleri yok. Hatta o insanların Kuran-ı Kerim okumaları, İncil okumaları da bir anlam ifade etmiyor. Şiiri ben çok özel bir yerde tutuyorum. Küfre götüren özelliği de var, olabilir. Bu ondaki o büyük gücü gösteriyor zaten. Bazısı da belki şiir içinde yaşıyordur ama tanışmamıştır. O tarz insanlar da var. Ama onlar da derviştir yani. Yusuf gibidir. O insanları bulmak zaten ayrı bir şey. Onlar yürüyen şiirdir, şiiri okumalarına gerek yok.
Bu film diliyle ilgili şöyle bir şey söyleyebilirim; Türk Sineması’nda ben büyük ağabeylerimize bazen sorardım neden uzun plan yok diye. Hatta Nuri Bilge’de bile yoktu mesela. İlk zamanlar bunun çok pahalı olduğunu söylerlerdi. Dert şimdi daha pahalıya film yapmak vs. değil. Siz bir hisse sahipsiniz, o his akmalı. Kameranın hareket etmesi aslında Tanrı’nın da varlığını gösteren bir şeydir. Aynı zamanda seyircinin de varlığını gösteren bir şey. Davet eden bir şey. Ben sizi şu an yaklaştırıyorum, sizi şu an götürüyorum, sizi şu an uzaklaştırıyorum. Siz o hissi yaşarsınız.
Röportaj: Muhammed Uyar
Deşifre: Rukiye Saraç
Fotoğraflar: Bahadır Uşun
Kaynak: Sinefesto