Yeşilçam denilince akla gelen ilk isimlerden birisi olan Abdurrahman Keskiner, İstanbul Film Festivali’nin cuma günü gerçekleştirilen açılış töreninde onur ödülü aldı. Keskiner ile Adana’dan başlayan yolculuğunu Radikal’e anlattı. Abdurrahman Keskiner, ‘Umut’, ‘Yılanı Öldürseler’, ‘Muhsin Bey’ ve ‘Hazal’ gibi unutulmazların yanı sıra bugün adlarını ve sayısını tam olarak kendinin bile hatırlamadığı seksene yakın filmle Yeşilçam’ın temel taşı yapımcılarından biri. Dostluklarıyla, Yılmaz Güney’li dönemiyle, star keşifleriyle, film çekmek için verdiği savaşla; kısacasıbir dönemin Yeşilçam panoraması diyebileceğim anıları film yapılsa eminim çok ses getirir. Abdurrahman Keskiner namı diğer Apo Gardaş’la 33. İstanbul Film Festivali’nden Onur Ödülü alması vesilesiyle buluştuk…
Bu yıl Yeşilçam’da ellinci yılınızı kutluyorsunuz. Adana’da yaşıyordunuz, sinemaya adım atışınız da çok ilginç anlatır mısınız biraz o günleri?
Ben çiftçiydim. Adana Osmaniye’de yaşıyorum, bir gün çiftlikten geldim. Pavyondan bir garson geldi, “Abi seni Yılmaz Güney çağırıyor” dedi. Ne ben onu tanırım ne de o beni tanır. Yine de gittim, Yılmaz Güney’le Erol Taş oturuyor. “Buyrun abi hoş gelmişsiniz” dedim. Yılmaz, “Ben Arif’in arkadaşıyım” dedi. Abiniz Arif Keskiner ne yapardı o zamanlar İstanbul’da? Mustafa Kemal ve Tekdaş Ağaoğlu vardı, onların yayınevinde çalışıyordu. Zannediyorum bir ara Yılmaz’ın işlerine de bakmış geçici olarak. Yılmaz, Osmaniye’de bir film çekecekmiş, kendisine yardımcı olmamı istedi. Bu işleri hiç bilmiyoruz ama “Tüfek lazım, at lazım” diyor, bulup getiriyoruz. 20-25 gün ‘Dağların Oğlu’ filminde prodüksiyon öyaptık. O arada Yılmaz’ın Adanalı işletmecilerden alacakları vardı, senetlerini, paralarını aldık geldik, Osmaniye’ye.
Film bitince ne yaptınız?
Onlar İstanbul’a biz yine çiftliğimize döndük. Birkaç ay sonra İstanbul’a geldim, kız kardeşimde kalıyorum durdu, baktım Yılmaz’ın şoförü. Aldı beni zorla Yılmaz Güney’in filmi çektiği sete götürdü. Konuştuk, “Bir yere gitmiyorsun, akşam Nebahat’i de alıp yemeğe çıkıyoruz” dedi. O dönem Nebahat Çehre ile mi beraber. Evet, Osmaniye’ye geldiklerinde başlamıştı. Sonra yemekte “Namuslu, doğru dürüst bir adama ihtiyacım var, İstanbul’da güvenebileceğim kimse yok, gel beraber çalışalım. Sana ayda beş yüz lira veririm. Sonra da arttırırız” dedi.
Uzun bir süre Yılmaz Güney’le mi çalıştınız?
1971 yılına kadar Yılmaz Güney’in muhasebecisi, şoförü her şeyiydim. Umumu vekâlet de vermişti. Sonra sette bir atışmamız oldu. Ben Osmaniye’ye gittim sonra döndüm filan, sonra beni yine aldı ve 1968’de Güney Filmi kurmuştuk.
Sonra neden ayrıldınız?
Sonunu görmedim, yani çalış çalış para yok. Kumarlar oynanıyor, durmadan araba alınıp satılıyor, senetler geliyor, gidiyor falan. Bir gün “Apo” dedi: “Beni Fatoş’la evlendir, kumarı, içkiyi, kadını bırakıyorum, söz” dedi.
Nebahat Çehre’yle evlenmiş ve ayrılmış mıydı?
Evet, 1968’de ayrıldılar. Baktım kumar yine bitmiyor.
Nebahat Çehre’ye uyguladığı şiddet efsane gibi anlatılır…
Evet, çok dayak yedi. 1968 Nisan ayı olmalı, bir gece arabayla gelip kasten çarptı. Nebahat’in başı yarıldı, köprücük kemiği kırıldı. Dört beş gün hastanede yattı. Çok seviyordu aslında Nebahat’i… 1982’de Cannes’da buluştuk biz. Yılmaz’la üç dört saat falan oturduk. Yanımızda Fatoş da vardı. Fatoş bir ara çıkınca “Ya Apo Nebahat ne yapıyor, çok iyi kızdır aman ona sahip çık” dedi. Yıllar geçmiş hâlâ Nebahat aklında…
Askerlik maceraları da çok ilginçtir değil mi?
Evet, askerliği yılan hikâyesine dönmüştü ama Adana’da Seyid Han’ı çekerken yakaladılar. Filmin işlemleri için dört ay müsaade etti askerlik şubesi. İstanbul’a geldik. ‘Seyid Han’ın montajı yapılırken üç-dört film aynı anda çektik. Bu arada tekrar Yılmaz’ı yakaladılar. Üç gün içinde tamamlanacak sahneler çekildi ve Yılmaz Sivas’a gitti. Oradan da Muş’a. Çünkü Yılmaz gibi 141-142’den ceza alıp yatanların yeri Muş’tu. Bir süre sonra da Tuncel Kurtiz geldi yedek subay öğretmen olarak.
24 ay hiç film çekmedi mi?
Alay komutanıyla ilişki kurup İstanbul’da misafir filan ettik. Bize orada yarım kalmış ‘Bir Çirkin Adam’ filmini tamamlamak için izin verdi. Muş’ta filmi çektik. O arada ‘İnce Memed’ filmini çekeceğiz. Bu arada Lütfü Akad, Antakya’ya mekân bakmaya gitti. Her şey hazırlandı Yılmaz izin için müracaat etti. 141-142’den ceza aldığı için izni Genelkurmay’ın vermesi gerekiyordu. Ancak Muş’ta Yılmaz’ın izin kâğıdı yok, bulunamıyor. Ankara’dan paşa tanıdığımız bir abimiz vardı, kâğıdı bulduk. Bu arada ‘İnce Memed’ filminin senaryosu retdoldu. Bir kaç ay sonra Yılmaz doktora çıktı, rahatsızlığı nedeniyle Ankara’ya gitmesi gerekiyor raporu verildi. Yılmaz heyete çıktı ve iki ay hava değişimi verdiler. Biz o iki ay içinde altı tane film çektik.
Bu arada aşk trafiği de hızlı galiba?
Bu dönemde Yılmaz hem Fatoş ile evlenmek istiyor hem de Feri Cansel ile beraber. Yılmaz’ın ikili ilişkisi askerlik sonunda bitti. Sonra da Fatoş’la evlendi. Yıl 1971, Türkiye’den Cannes’a katılan ilk film ‘Umut.’ Okuyoruz, gazetelerde, dergilerde Cannes’da şu oldu, bu oldu, şu film ödül aldı diye. ‘Umut’u Adana Film Festivali’ne yetiştirmiştik. Film ödül aldı, ardından da sansüre takıldı. Danıştay’a dava açtık. Film 3-4 ay sonra Danıştay’dan çıktı ve Cannes Film Festivali’ne müracaat ettik. Cannes’dan da kabul ettiler. Nasıl götüreceğiz ne yapacağız bilmiyoruz da. Ankara’ya gittim. İçişleri, Dışişleri, Bayındırlık gibi yedi-sekiz bakanlığa dilekçe verdim. Hiç biri de “Filmi götürebilirsin” demedi. Arif de Cannes’a gidecekti. “Biz senin masrafını verelim 3000 lira sen filmi götür” dedik. Arif valize koydu götürdü. Film büyük sükse yaptı. Bu arada Manisa’nın kazasından bir savcı gazetelerde çıkan yasaklanma haberlerini okuyup soruşturma açıyor. 15 gün sonra mahkemeye çıktık. Bu arada Yılmaz zaten tutuklu. O da mahkemeye getirildi. Ağır cezada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldık. Mahkeme bir kaç yıl devam etti. Sonunda “16 mm çektik, ticari gayesi yoktur” diyerek beraat ettik. 1971’de ‘Ağıt’ı çektik birlikte ve ayrıldık…
Birçok yönetmen, oyuncu keşfettiniz hatırlasak mı o günleri?
Evet, mesela ‘Hazal’ Ali Özgentürk’ün ilk filmidir. Yine o filmde oynayan Talat Bulut’un, Meral Çetinkaya’nın ilk filmidir. Uğur Yücel ilk kez ‘Muhsin Bey’le Yeşilçam’a girdi, pavyonlarda ünlülerin taklidini yapan bir çocuktu. 1977’de bir arkadaşım pavyona götürdü İbrahim Tatlıses’i tanıdım, aldım İstanbul’a getirdim. Altı film mukavelem vardı dört tanesini çekti. Sonra mahkemelik olduk, ikisini çekmedi star oldu ya! Sonra 1983’te Hülya Avşar’ı buldum. Avşar’ın numarasını verdim, kızın kim olduğunu filan anlattım, ertesi gün hemen aramasını tembihledim. O hafta anlaştılar, çeki de verdiler babasına. Hemen kızın babasını aradım, bir bankanın şube müdürüydü. “Hayırlı olsun” dedim. “Ne hayırlı olacak dedi ve sesi kesildi”. Celal Bey dedim, “15 dakika içinde size verdiğim avans benim bankaşubeme gelmezse şimdi basın açıklaması yapıp her şeyi anlatıyorum”. Yarım saatte para geldi. Biz de filmi Necla Nazır’la çektik.
Cannes Festivali maceranız var bir de değil mi?
Evet, Cannes’da 1982’de ve ertesi yıl üst üste stand açtım. Biz aslında ‘Hazal’la Cannes’ın önemini anladık. Orada bizim festivallerden farklı pazarlama olayı var. 25 ülkeye satılan, San Sebastian Festivali’ne gidip birinci olan BBC’ye satılan ilk Türk filmi Hazal’dır. Manheim, İskenderiye, Kartaca, Hong Kong ne kadar festival varsa hepsine gönderdim.
Hazal’dan para kazanınca da ‘Yılanı Öldürseler’i çektiniz…
Ama o benim istediğim gibi bir film olmadı. Ali Özgentürk benim istediğim recm’li sonu çekmedi söz verdiği halde. 1981’de Stockholm’de stüdyo kiraladık, Paris’ten Abidin Dino’yu aldım getirdim, 75 bin verdim montajını yaptırdım. Zülfü Livaneli filmin müziklerini yaptı. Yurt dışında para görünce, filmim pazarlansın diye elimden geleni yaptım. Dediler ki, Warner Bross’un yüzde 30’u Ahmet Ertegün’ün, Yaşar Kemal’le Abidin Dino’un da çok iyi bağlantıları var. Onlarla ayarlayabilirsen parayı kazanırsın dediler. Ama Cannes’da çok ses getirdi…
Kazandınız mı?
22 milyon zarar ettim. Kumar oynadık, tutsaydı büyük para kazanacaktık.