Küçük kasabada gotik polisiye

Filmler
Ali Erden İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen film, ön jenerikte, sanki Hitchcock filmlerinden düşmüş gerilimli müzikle açılıyor mavi kadifeden perdenin üzerine. Angelo Badalamenti, Hitchcok...
EMOJİLE

Ali Erden

İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen film, ön jenerikte, sanki Hitchcock filmlerinden düşmüş gerilimli müzikle açılıyor mavi kadifeden perdenin üzerine. Angelo Badalamenti, Hitchcok’un bestecisi Bernard Herrmann’ın ruhunu yaşatıyor sanki Lynch’in bu filminde. Her şey, Lumberton adındaki kasabada geçiyor. Gerçekten geçiyor muydu? Filmi seyrederken sürekli kuşkular içine düşüyor insan. Lumberton, Kuzey Carolina’da bir kasaba. Kerestecilikle uğraşan sakin bir kasaba burası. 1950’lerin dinginliği ve huzuru çökmüş gibi. Rüya-kâbus anlarıysa refah toplumunun sarsıntıya uğradığı ve şiddet toplumuna dönüşmeye başladığı 1960’ların ikinci yarısının atmosferini hissettiriyor. Böcek ilaçlama işleriyle uğraşan Beaumont ailesinin insana huzur veren bahçesinde baba Tom (Jack Harvey), çiçekleri ve çimleri suluyor. Fonda da Bobby Vinton’ın kadife sesiyle Blue Velvet şarkısı duyuluyor. Tom birden yere yığılıyor, yeni yürümeye başlamış bebek ona doğru yürüyor, köpek fıskiyenin ağzından su içiyor, kamera usulca çimlerin arasına giriyor ve yavaşça böceklere doğru kayıyor. Bobby Vinton da, “Mavi kadife/ O, mavi kadife giyerdi/ Kadifeden daha mavi olan geceydi/ Işığı satenden daha yumuşak olan/ Yıldızlardan gelen/ O, mavi kadife giyerdi/ Gözleri kadifeden daha maviydi” diye şarkısını söylüyor fonda. Hastaneden dönerken çayırlarda gezintiye çıkıyor Jeffrey (Kyle MacLachlan). Otların arasında bir kesik kulak buluyor. Kesik kulağı polis dedektifi John Williams’a (George Dickerson) götürüyor. Ardından da bir cehennemin tam içine düşüyor. Seyirci de, kameranın kulağın içine girmesiyle bir kaosun kasvetli karanlığına dalıyor. Filmin final bölümü seyircinin zihnini karıştıracak. Finale kadar olanlar gerçek miydi, yoksa Jeffrey’nin rüyasında kabusa dönüşmüş anlar mıydı, diye.
 
Postmodern yönetmen

Aslında Lynch sinemasını biraz olsun anlayabilmek veya içine girebilmek için, onun 2001 yapımı Mulholland Dr/Mulholland Çıkmazı filmini görmek gerekiyor. Herhalde usta, “filmleri anlaşılmaz” laflarından bunaldığı için Mulholland Çıkmazı’nı çekti. Bu filmin büyük bir bölümü “rüya film”di. Diane’in (Naomi Watts) rüyasıydı. Lynch’in birçok filminde bir rüyanın içindeymiş gibi hissedersiniz kendinizi. Lynch’in 1997 yapımı Lost Highway/Kayıp Otoban filmi de öyle. Postmodern bir yönetmen olan Lynch, büyük usta Luis Bunuel’in gerçeküstücü ruhunu arıyor filmleriyle. Ama, 1986 yapımı Blue Velvet/ Mavi Kadife, yine bir başka büyük usta Fritz Lang’ın 1944 yapımı siyah-beyaz kara filmi The Woman in the Window/ Penceredeki Kadın’dan ilham almış gibi, fikir anlamında. Lang’ın filminde, Profesör Wanley (Edward G. Robinson), gece yolda yürürken camekanda bir kadın fotoğrafına (Joan Bennett) bakar, gittiği yerde biraz kestirir ve bir rüya görür. Bu rüya, nefes kesici bir polisiyeye dönüşüyordu perdede. Lynch’in filminde, kamera kulağa giriyor ve kasvet yüklü bir polisiye hikâye başlıyor sonra. Filmin girişiyle final bölümü, güneşli, insana huzur veren, sonsuz güvenli ve sıcak renk tonlarıyla yansıyor perdeye. Refah toplumunun huzurlu mutluluğunun fotoğrafları bunlar. Jeffrey’nin, otların arasında kesik kulağı bulmasıyla her şey yavaş yavaş loşlaşıyor, o güvenli Lumberton, gotik bir kasabaya dönüşüyor ve filme tuhaf bir kasvet çöküyor. Mavi Kadife, gizemli ve gerçeküstü bir kara film.
 
Oedipal yaklaşımlar

Lynch’in Mavi Kadife’de, güneşin altında huzur veren Lumberton kasabasını, Alfred Hitchcock’un 1943 yapımı Shadow of a Doubt|Şüphenin Gölgesi filmindeki Santa Rosa kasabasından ilham alarak yarattığı söyleniyor. Lynch, gece atmosferi ve Dorothy Vallens’in yaşadığı apartmanda ışık düzenlemelerini Charles Laughton’ın 1955 yapımı The Night of the Hunter/ Caniler Avcısı filminden esinlenerek yaratmış. Lynch’in filminde de Laughton’ın filmi gibi dışavurumcu ışık-gölgeler fark ediliyor. Hitchcock’la Laughton’ın yarattığı küçük kasaba ve karanlık atmosfer Lynch’in Mavi Kadife filmini estetik anlamda beslemiş. Hatta Lynch’in filminde gotik bir hava da var. Frederick Elmes, yönetmeni Lynch’in ruhunda dolaşabilen bir kameraman. Mavi Kadife’de de dolaşabilmiş. Bu filme, psikanalitik açıdan ‘Oedipal’ olarak yaklaşanlar da olmuş. Filmdeki böcek/kamera birer simge. Jeffrey’nin bilinçaltındakilerini kâbus olarak dışarıya yansıtıyorlar. Ailenin, pencereden gagasında böcek olan narbülbülüne bakışı, aslında Jeffrey’nin kâbusundan çıkışıydı. Böcek, Jeffrey’nin bilinçaltı takıntısı gibi. Narbülbülünün de hikâyesi vardı. Işık olmadığında, narbülbülleri ortaya çıkmazlarmış ve dünyadan aşk gidermiş. Gözleri kör eden ışık dünyayı sardığında narbülbülleri aşkla geri dönerlermiş. Bunu, Sandy’nin (Laura Dern) Jeffrey’ye anlattığı güzel hikâyeyle öğreniyorsunuz.
 
Röntgencilik duygusu

Jeffrey, gerçeklikteki eşi, rüyakâbusunda sevgilisi olacak, polis dedektifi John Williams’ın kızı Sandy’nin söyledikleriyle tekin olmayan karanlık Lincoln Caddesi’ndeki dairede oturan Dorothy Vallens’in (Isabella Rossellini) dairesine böcek öldürücü olarak giriyor ilk önce. Dorothy, “Slow Club”ta şarkı söyleyen, melankolik, gizemli ve hüzün yüklü bir kadın. Jeffrey, sonra Dorothy’nin dairesine gizlice giriyor, ardından Dorothy daireye zamansız gelince her şey karışıveriyor birden. Lynch, ister gerçek anlamda ister metaforik anlamda olsun, Dorothy’nin dairesini röntgencilik duygusuyla yansıtmış. Jeffrey ve kamera (seyirci), Dorothy’yi röntgenlerken, gizemler de ortaya çıkıyor. Beyazperdenin en “kötü adamı” Frank Booth da (Dennis Hopper). Bu seyretmesi zor insanın da takıntıları var. Kasabanın yeraltında, her türlü pisliği yapan Frank’ın satın aldığı polisler de var. Kâbusun içinde, karanlık ve tekin olmayan bu kasabanın sokaklarında dolaşırken, hangi dünyanın daha gerçek olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Filmde duyulan Ketty Lester’ın muhteşem sesiyle 1962’de kaydettiği Love Letters şarkısını Elvis Presley’in sesinden de hatırlayabilirsiniz. Presley bu şarkıyı 1971’de okumuştu yeniden. Ketty Lester’ın sesi, Dorothy’nin dairesinde, Jeffrey’nin “sarı adam” dediği polis Gordon’la (Fred Pickler) Dorothy’nin kulağı kesilmiş kocası Don’ın (Dick Green) kanlı cesetleri üzerinde duyuluyor. Roy Orbison’ın “In Dreams” şarkısını Ben (Dean Stockwell), kendi mekânında karaoke olarak söylüyordu Frank’a. Roy Orbison’ın sesi, Chris Isaak gibi Elvis Presley’in sesini çağrıştırıyor. Fonda Chris Isaak’ın şarkıları da duyuluyor. Fondan Julee Cruise’in sesi de geliyor. Gençlerin partisinde, Julee Cruise’un Mysteries of Love şarkısıyla Jeffrey ve Sandy dans ediyorlardı, ilk yakınlaşmalar ve ilk öpücüklerle. Bu şarkı, Jeffrey’nin uykudan uyanmasından önce bir defa daha duyuluyor kâbusun finalinde. Lynch’in bu filmini, Dennis Hopper’ın 2010 yılında ölümü nedeniyle festivalde görebiliyorsunuz “Anılarına” bölümünde. Evet, bu filmin içinde dolaşmak bir cangıla düşmek gibi. Mavi Kadife hakkındaki tüm gerçekleri sadece bir tek David Lynch biliyor. (7 Nisan’da Beyoğlu Fitaş 4’te 16.00 ve 10 Nisan’da Beyoğlu Beyoğlu’nda 11.00). [Taraf]