Hazırlayan: Selim Sebilci
Sanat her zaman gündemle ilişkilidir; yani, döneminden bağımsız olması düşünülemez. Elbette ki klasik değeri taşıyan bazı sanat eserleri devirleri geçtiği halde hala ilgiyle takip ediliyor; ancak bir sanat yapıtını halkın ilgisine mazhar kılan şey zaten onun “çağının ruhunu çok iyi yakalaması” değil midir?
80li yılları anlatan iki film üzerinden böyle bir değerlendirmeye gideceğiz. Her iki film de ülkesindeki darbeye ve darbe sonrası döneme odaklanıyor.
Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü, Altın Palmiye’yi, alan iki film; ikisi de darbe günlerini dolaylı ya da dolaysız bağlamda anlatıyor. Cannes bu iki filmde de ödül verdi. 1982 yılı Cannes ödülleri bu bağlamda değerlendirildiğinde, yani her iki filmin de darbe üzerine olması göz önüne alındığında, biraz daha anlamlı geliyor insana.
İlki Costa Gavras’ın Kayıp (The Missing) filmi… Şili’de Salvador Allende hükümetini deviren Agusto Pinochet darbesi yapılmıştır. Ülkede yaşayan Amerikalı gazetecilerden Charlie Horman darbeden iki-üç gün sonra kaybolur. Charlie’nin babası Ed ve karısının onu bulmak için içine girdikleri mücadele aslında darbenin hem kıyıcı yönünü deşifre ederken hem de işin içinde “başka bir işbirlikçinin” olduğunu göstermesi açısından oldukça ilginç ve sarsıcı sonuçlar içeriyor. Hemen her ülkede “our boys”ların olduğu bir dünyada yaşıyoruz nihayetinde… İşin garip tarafı bu tür bir “temizlik” operasyonun sosyalizmi kendisine ideoloji olarak benimsemiş tüm ülkeler için şöyle ya da böyle düşünmüş olmaları ya da sosyalist düşüncenin yükselişe geçtiği, yükselişe geçmese bile etkisini arttırmaya dönük faaliyetlerde bulunduğu tüm ülkeler hedef tahtasına konuyor. Tabi arada kalanlar ve yananlar elbette olacaktır, ama bu kimin umurundadır ki?
“Şili’de sonra Bolivya…” Denize kıyısı bile olmayan bir ülkeye neden donanma subayı –mühendis hem de- gönderilir ki?
İkinci film, Yılmaz Güney’in Yol’u… Yol, biraz daha kişisel bir öyküye sırtını yasladığı için darbe günleri filmde sadece fon olarak kullanılmış; ancak Güney’in simgeler üzerinden verdiği mesajlar da yabana atılacak cinsten değildir elbette. Her iki filmi de izlemiş iseniz kıyaslamada biraz daha kolay bir yol tutturabilirsiniz… Birkaç tutuklunun kişisel öyküsünden yola çıkarak darbe üzerine bir genelleme yapmak her ne kadar sağlıklı bir değerlendirme yapmaya elverişli değilse de fikir vermesi adına ilginçtir Yol. Yıllar yılı yasaklamalarla gündemde olan bu film, aslında abartıldığı kadar da “korku” unsuru olarak ele alındığı kadar da bir öneme sahip değil ne yazık ki! Darbeyi bireye, topluma ve sosyopolitiğe bakacak şekilde mi ele almış film? Hayır. E, sonuç? Etkileyici bir film, tamam… Yeterli mi, etkileyici olması? Değil.
Sosyalistlere ev sahipliği yapan, bu düşünceyi destekleyen bir ülkenin sinema akademisinden farklı bir tavır takınmasını beklemek hata olurdu zaten. Yok, tabii ki de sosyalistleri desteklemek, bu düşünceye sahip olmak bizde Amerikalılar gibi bir refleksin oluşmasına sebep olmuyor; yani tutup “temizlik” operasyonlarını haklı çıkarma uğraşısı içerisine girişmiyoruz. Kınanacak bir durumdur elbette, ama ötesi? Ötesi sanatın işi, derseniz ona da eyvallah…
Peki, ama sanatın işi mi gerçekten saklananları gün yüzüne çıkarmak? Değil, ama sanat gerçeği deşifre ederken “sanat” kalıplarını kullandığı için rahat sanırım…