Dünya hala köleler ve efendilerle dolu

Filmler
Yılın Oscar fatihi unvanına en yakın filmi ‘12 Yıllık Esaret’in, Hollywood tarihindeki en gözüpek, en sert kölelik portrelerinden biri olduğu söylenebilir rahatlıkla. Ejiofor filmde, özgür bir adamken...
EMOJİLE

Yılın Oscar fatihi unvanına en yakın filmi ‘12 Yıllık Esaret’in, Hollywood tarihindeki en gözüpek, en sert kölelik portrelerinden biri olduğu söylenebilir rahatlıkla. Ejiofor filmde, özgür bir adamken 1841 yılında kaçırılıp köle olarak satılan ve 12 yıl sonra her türlü engele rağmen yeniden karısına, ailesine ve özgürlüğüne kavuşan Solomon Northup’ı oynuyor.

Başından geçen trajediyi tüm canlılığıyla kaleme alan gerçek Solomon Northup’ın anılarından yola çıkarak çektiği filminde Steve McQueen, onun kırbaçlanarak, işkence görerek, diğer kölelere kötü muameleye zorlanarak bir plantasyondan diğerine sürüklendiği yılları perdeye yansıtıyor. Hiç bulunmaması gereken bir yerde ve hiç varolmaması gereken, insanlık dışı bir sistemin kurbanı durumunda olduğunu gayet iyi bilen bir adamı canlandıran Ejiofor’dan gözünüzü ayıramıyorsunuz film boyunca; bu ne kadar acı verici olsa da. Olağanüstü güçlü, nüanslı, duygusal, sert ve çok içten bir oyunculuk sergiliyor aktör. Geçen Toronto Film Festivali’nde yaptığımız söyleşide Ejiofor, parlak bir karakter oyuncusunu gönülsüz bir yıldıza dönüştüren bu etkileyici performansın arkaplanını ve öncesindeki uzun oyunculuk serüvenini anlattı.

Başlangıçta bu rolü reddettiğiniz doğru mu?

Tam olarak öyle değil. Steve McQueen bana önerdikten sonraki 24 saat bu rolün gerektirdiği fiziksel, psikolojik ve duygusal yolculuğa hazır olmadığımı düşündüm. Bu enteresan aslında çünkü işine tutku duyan bir aktörseniz yıllarca fark yaratacak, içinizde ne varsa ortaya koyabilmenize imkân verecek bir rol bulsun diye menajerinizin başının etini yiyorsunuz ama sonra o rol geldiğinde, senaryoyu masanızın üzerine koyduklarında, birdenbire korkuya kapılıyor, donakalıyorsunuz. Bana da öyle oldu.

Bir keresinde başarılı bir performansın bir aktörde kimyasal bir değişim geçirdiği hissi uyandırdığını söylemiştiniz. Solomon Northup rolünde siz de böyle hissettiniz mi?

Solomon’un son derece üzücü bir hikâyesi var. Başından geçenler, insanlık durumu ve insana saygı konusunda çok şey söylüyor. Özellikle kitaptaki bir bölüm bende çok anlamlı bir değişim yarattı. Solomon bir ağaca asılmıştır, saatlerce orada güneşin altında tutulur. Yazdığı kitapta o an şöyle hissettiğini söylüyor: “Beni bir gölgeye çekseler daha yıllarca kölelik yapabilirim.” Bunu okuduğum anda bu adamın aklını yitirmeden nasıl hayatta kalabildiğini, başına gelen her şeyi nasıl bir mantığa oturtabildiğini anladım. Yaşadığı trajedi ona kendisiyle ilgili bir şey öğretiyor. Deneyimleri sayesinde kim olduğunu öğreniyor ve bu da ona inanılmaz bir güç veriyor. Solomon’un hikâyesi kendisi için olduğu gibi benim için de filmi gören ya da otobiyografisini okuyan herkes için de çok önemli bir yolculuk.

Bir İngiliz olarak Amerikan köleliğinin nasıl bir şey olduğunu tam olarak anlayabildiğinizi düşünüyor musunuz? 

Kölelik trajedisi Amerika’ya özgü bir şey değil ki, bir sürü ülkeden bir sürü insanı etkiledi. Benim ailem Nijerya’dan geliyor; Igbo adında bir etnik gruptanız. Zamanında yüzbinlerce Igbo ülkelerinden alınıp işçi olarak Amerika’ya ve Batı Hindistan’a götürülmüş. O nedenle köleliğin acısını çekmiş halklarla kişisel bir bağ kurabiliyorum. Ve bence bu filmin mesajı iki nedenle evrensel; birincisi, dünya hâlâ köleler ve efendilerle dolu, ikincisi de köleliğin açtığı yaralar hâlâ açık, iyileşmedi.

Bu yaralarla neyi kastettiğinizi daha açık ifade edebilir misiniz?

Köleliğin 200 yıllık bir geçmişi var ama Birleşik Devletler’deki beyazlar bu konudaki sorumluluklarıyla yüzleşebilmiş değiller henüz. Bu konuda konuşmuyorlar, bu konuyla herhangi bir bağları yok gibi. Amerikalılar kendi tarihlerine sırtını dönüyor. Bu çok yazık çünkü Amerika’yı anlamak için köleliği anlamak gerek. ‘Siyah Öfkesi’ ve ‘Beyaz Üstünlüğü’ gibi kavramlar kölelikten geliyor. Bu film o yüzden önemli, çünkü geçmişiyle yüzleşmeyen bir toplumun geleceği olamaz.

Tiyatro sanesinde büyümüş bir aktörsünüz ve hâlâ da sık sık sahnede çalışıyorsunuz. Hangisini tercih edersiniz, sinema mı tiyatro mu?

İkisi çok farklı performans deneyimleri. Tiyatro performansında seyirciyle çok doğrudan bir ilişki kuruyorsun, onların tepkilerine uyum gösterebilir, karakterini günden güne, gösteriden gösteriye yavaş yavaş şekillendirebilirsin. Kamera önündeyken ise o ilişkiden yoksun oluyorsun. Başarısızlık riski çok daha yüksek oluyor ama bu da işin içine büyük bir heyecan katıyor. Tek başınasın ve sadece kendi içgüdülerine güvenebilirsin, bir de yönetmene tabii.

Söz yönetmenlere gelmişken, Steven Spielberg, Ridley Scott, Alfonso Cuaron, David Mamet, Woody Allen ve son olarak da Steve McQueen’le çalıştınız. Hangisinden daha çok şey öğrendiniz?

Birini seçmem mümkün değil. Hepsi de son derece kontrollü ve özgüven sahibi ama aynı zamanda sihirin gerçekleşmesine, oyuncularının keşfetmelerine ve yeteneklerinden en üst düzeyde fayda çıkarmalarına olanak tanıyan doğru ortamın oluşmasına izin veren yönetmenler. Bu, çok sık rastlanan bir şey değil. Çoğu yönetmen öyle sabit fikirlidir ki sana nefes alma şansı vermez. Tam aksine hiç rehberlik etmeden insanı tamamen yalnız bırakanlar da vardır.

Bana en çok babam ilham verdi

Oyuncu olmaya ne zaman karar vermiştiniz?

Çocukken okumayı çok severdim. Sanırım okuduğum bütün o kitaplar, hikâyeler içimde kendi hikâyelerimi anlatma ve duygularımı ifade etme ihtiyacı yarattı. Yine de oyuncu olmak üzere bilinçli bir karar verdiğimi hatırlamıyorum. Birkaç oyunda rol almıştım, sonra başka oyunlarda rol almamı teklif ettiler ve bir süre sonra bana para vermeye ve oyuncu demeye başladılar. Sonra oyunculuk okuluna gitmeye karar verdim.

Oyuncu olarak en fazla kimlerden etkilendiniz ya da ilham aldınız?

Robert DeNiro’yu ‘Raging Bull/Kızgın Boğa’da ilk gördüğümde şoke olmuştum. Bütün oyuncuların aynı şeyi söylediğini biliyorum ama gerçek bu, orada gerçekten çok ilham verici bir oyunculuk var. Fakat sanırım hayatta bana en fazla ilham veren insanın babam olduğunu söyleyebilirim. Doktordu ama aynı zamanda bir müzisyendi, dolayısıyla yaratıcı yeteneğimi ondan almış olmalıyım. Shakespeare’in sonelerini sevmeyi de onun sayesinde öğrendim. 39 yaşında öldü.

Hollywood’a hapsolmak istemem

‘12 Yıllık Esaret’ büyük ihtimalle size yığınla ödül ve adaylık kazandıracak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yaptığım işin beğenilmesi çok gurur verici ama ödülleri pek önemsemediğimi söylemek zorundayım. Ödül almak insanı daha iyi bir aktör yapmıyor ve ödül almış olman herhangi birinden daha iyi bir aktör olduğunu göstermiyor. Ama eğer filmi daha fazla insan görecekse dünyanın bütün ödüllerine aday olmak şahane olur. Bana kalsa, insanların filme giderken ödüllerle koşullanmasını istemezdim aslında. Her türlü koşullanmışlıktan uzak, temiz bir bakışı tercih ederim.

Peki ya bu filmden sonra bir yıldız olursanız ne olacak?

Şöhret umurumda değil. Kariyerim boyunca yaptıklarım bunu açıkça gösteriyor zaten. Hollywood fabrikası içine hapsolduğumu ya da yalnızca bir ürün ya da marka haline geldiğimi görmek istemezdim. Aksi takdirde normal bir hayat yaşayamam, ki kendim için tek istediğim bu, normallik.