Ayetullah Humeyni: Gerçek bir devrimci ile buluşma

Şehirler
Ayetullah Humeyni, İran’ın laik Şah rejimi ile olan bağını tamamen kopararak, ülkede İslam devleti başlığı altında yeni bir siyasi düzen kurması açısından gerçek bir devrimcidir. Bundan tam 35 y...
EMOJİLE

Ayetullah Humeyni, İran’ın laik Şah rejimi ile olan bağını tamamen kopararak, ülkede İslam devleti başlığı altında yeni bir siyasi düzen kurması açısından gerçek bir devrimcidir.

Bundan tam 35 yıl önce, Paris’in Neauphle le Chateau banliyösündeki çadırında ziyaretçilerini kabul eden Ayetullah Ruhullah Humeyni ile uzun bir görüşme yapmıştım. Çoğunluğu Irak’ın Necef şehrinde geçen yaklaşık 14 yıllık sürgün hayatının ardından İran’a yapacağı muzaffer dönüşün bir gün öncesiydi. Zaferin kıyısındaki devrimin çalkantılarla dolu son safhası esnasında İran’da iki hafta geçirmiş, Birleşik Devletler’e geri dönüyordum. İran’a gidiş nedenim ise, kısa süre sonra İran İslam Cumhuriyeti’nin geçici hükümet başkanlığına getirilecek Mehdi Bazergan’ın davetiydi.

İran gezimde bana, bugün ABD’de hâlâ önemli bir siyasi figür olan, Eski Başsavcı Ramsey Clark ve Vietnam Savaşı’na karşı şiddet içermeyen sivil muhalefet girişimleriyle öne çıkan, dini bir Sivil Toplum Kuruluşu’nın saygın lideri Philip Luce eşlik ediyordu. Ben de o dönemde ABD’nin İran’a müdahalesine karşı çıkan, küçük bir Amerikan komitesinin başkanıydım ve sanırım devrimi birinci elden görebilmem için yapılan davetin sebebi de bu grubun faaliyetleriydi.

İran’da dindar ve laik pek çok isimle biraraya geldik. Bunların arasında, Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin son Başbakanı Şapur Bahtiyar ve ayaklanma karşıtlığıyla ün salmış bir diplomat ve gereğince ABD’nin İran’daki son büyükelçisi olan William Sullivan da vardı.

Ülkede bulunduğumuz süre zarfında Şah’ın ülkeyi terk ederek monarşinin sonunun geldiğinin sinyalini vermesi, Tahran sokaklarında, bugüne dek tanıklık ettiğim en büyük sevinç gösterisine sebebiyet verdi. Milyonlar, adeta bir bayram havası içinde barışçıl yürüyüşler yapıyordu.

Humeyni’nin düşlediği gelecek

Böyle bir ortamdan henüz ayrılıp, üstüne bir de Ayetullah Humeyni ile bir araya gelme fırsatı yakalamak, devrimi canlı canlı yaşama tecrübesini doruk noktasına ulaştıracaktı. İran’da Humeyni tezahüratları yapan, ellerinde onun posterlerini taşıyan kalabalıklara bakıldığında, dünyanın en güçlü ve en baskıcı rejimlerinden birini bir şekilde devirmeyi başaran devrimin ikonik ilham kaynağının Humeyni olduğu açıkça görülmekteydi.

Bununla birlikte, Humeyni’nin kendisi için ne tür bir gelecek öngördüğü, devrime yönelik umutlarının ne olduğu hususunda pek az şey sezinleyebiliyorduk. Ancak çadırında bağdaş kurarak yere oturduğumuz andan itibaren dikkat çekici varlığının gücünü, özellikle de siyaha yakın gözlerinin parlaklığını fark etmemek imkansızdı. Canlı zihni ve keskin zekasıyla bizi hemen etkilemişti.

Artık Şah gittiğine göre ABD’nin niyeti ve İran Devrimi’nin sonucuna saygı göstermeye hazır olup olmadığı konusunda ne düşündüğümüzü bilmek istiyordu. Buna karşılık biz de kendisine “İran Devrimi” ile ilgili umutlarını sorduk. Verdiği yanıt beni bugün dahi hayrete düşürür.

Öncelikle bizi hemen düzelterek, İran’da daha yeni gerçekleşen olayın bir “İslam Devrimi” olduğunun altını kuvvetle çizdi. İran’da olup bitenlere dair ortak yorum, bunun milliyetçi gündem taşıyan bir rejim değişikliği olduğunu vurgulamasına rağmen Humeyni, dini ve kültürel bağlara dayalı bir kimliği temel kabul etmekteydi.

İran’da yaşanan ve tüm bölgeyi etkileyen olayların önemine işaret etti. Suudi Arabistan hanedanını “yozlaşmış” ve halkından kopuk şeklinde nitelendirip aşağılamak suretiyle bölgede ileride yaşanacak gerilimlerin de sinyallerini verdi. Humeyni, daha sonra, kendisinin rolünü anlatmaya başlayarak Şah’ın ‘halkı ile arasında kandan bir nehir yaratması’ yüzünden siyaset sahnesine girdiğini belirtti. İran’a dönüp “dini hayatına kaldığı yerden devam etmek” için sabırsızlandığını; yönetim sürecini, yalnızca dindar devrim taraftarları arasından seçilmek kaydıyla, ulema sınıfı dışından isimlere bırakacağını da ekledi.

İran’a döndükten sonra Humeyni ilk başlarda, bildiğimiz üzere, medreseleriyle meşhur, dindar bir şehir olan Kum’daki evinde yaşamını sürdürdü. Fakat yeni yönetim bocaladığı görüntüsü verdikçe, siyasi rolü giderek daha çok telaffuz edilir hale geldi.

Takvimler 1979 İran Rehine Krizi’ni gösterdiğinde, yeni siyasi düzendeki radikalleşme ve teokratik karakter belirginleşmiş; Humeyni ise “Rehber” mertebesine ulaşmıştı. Hükümet işlevleri, seçilmiş yönetim eliyle yerine getirilmekle birlikte, Humeyni’nin vetosu ve vizyonuna tabi kılınmıştı.

Görüşmemizde başka önemli açıklamalar da yapıldı. Azınlıkları, özellikle de Şah ile ittifak halinde görünen ve bu nedenle de tehlike altında olduklarına inanılan Yahudi ve Bahaileri nasıl bir akıbetin beklediğini sorduk. Humeyni’nin yanıtı, itinalı ve olacaklar hakkında ipucu verir nitelikteydi: “Bizim açımızdan, Yahudiler, ehl-i kitap, gerçek bir dine mensupturlar ve İsrail ile çok fazla haşır neşir olmadıkları sürece başımızın üstünde yerleri vardır. İran’ı terk etmeleri bizim için bir trajedi olur. Bahailik ise gerçek bir din değildir ve onların İran’da yerleri yoktur.”

Bu tür tutumlar, hem İsrail ile yıllar içinde yoğunlaşan düşmanca karşılaşmanın hem de Bahailere karşı takınılan, hatta bir noktada soykırımın eşiğine gelen ayrımcı yaklaşımın habercisiydi. Her iki azınlık da İslami bir teokraside yaşamaktan rahatsızlık hissettiler ve imkan bulanlar, ağırlıklı olarak daha dostane yerleşim alanlarına göç ettiler.

Nürnberg Davası modeli

Humeyni, Şah’ın hükümetinin işlediği suçlara ve onun siyasi maiyetinin sorumluluğuna ayrıntılarıyla değinirken, bireysel hesap verebilirliğin önemini de vurguladı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Nazilerin sağ kalan siyasi figürleri ve ordu komutanlarının yargılandığı Nürnberg Davası’nı gündeme getirdi. Nürnberg yargılamalarını, İran’ın yeni yönetiminin, yaygın işkence ve silahsız göstericilerin katledilmesi de dahil olmak üzere Şah’ın tüm baskıcı politikalarını hayata geçirenlere yönelik yaklaşımına temel teşkil edecek, faydalı bir emsal olarak nitelendirdi.

Hepimizin bildiği gibi, İran’ın yeni yöneticileri, bahsi geçen bu Nürnberg yöntemini hiçbir zaman uygulamadılar. (İran monarşisinin simgesi olan mücevherlerle bezeli) Taht-ı Tavus’a yakın çevrelerin ülkeden kaçmamış en meşhur üyeleri, hiçbir iddianame ya da mahkeme olmaksızın idam edildiler. Haliyle dış dünya da o idamları, İran’daki yeni yönetimin baskıcılığı ve hukuk devleti ilkesine aldırış etmediğinin göstergesi olarak algıladı. Bu gelişmelerin ardından, rejimin neden böyle ağır cezalara başvurduğu az çok aşikardı. Devrim sürecine şekil verenlerin pek çoğu, Avrupa ya da Amerika’da eğitim görmüş, Batılı hükümetlerden ekonomik yardım almış ve belki de siyasi roller oynamış isimlerdi.

Soğuk Savaş döneminde, İslami yönelimli grup ve bireylere Batı’da değerli müttefikler gözüyle bakıldığını da unutmamak gerek. İran örneğinde bunu sağlayan, onların Marksizm ve Sovyetler Birliği’ne karşı duydukları derin nefretti. Amerikan sefaretini ziyaretimiz esnasında Büyükelçi Sullivan, Şah’ın karşı karşıya kalabileceği olası siyasi tehlikelere dair Washington’ın 26 farklı senaryo hazırladığını ve bunlardan birinin bile İslami muhalefeti bir tehdit olarak değerlendirmediğini söylemişti.

Otuz yılı aşkın bir süre önce gerçekleşen bu görüşmeden geriye birçok kuvvetli izlenim kaldı. Bunların ilki, fiziksel güçsüzlüğüne rağmen Humeyni’nin, dayanıklı bir zihin ve irade yanında ciddi ölçüde katı bir tutum da sergileyen İslamcı bir dini liderin vücut bulmuş hali olmasıydı.

İkincisi, kökeni ulusal sınırlardan ziyade dini bağlara dayalı, İslami bir siyasi gelecek vizyonu taşımasıydı.

Üçüncüsü ise, İran’a döndüğünde din adamlığı görevine kaldığı yerden devam edeceği yönündeki ifadeleri ile yeni teokratik bir anayasanın hazırlanması ve hükümet kurulmasına nezaret etmek üzere Kum’dan Tahran’a geçen, baskın bir siyasi figüre dönüşmesi arasındaki çelişkiydi.

“İran’da ortaya çıkan İslam Cumhuriyetinin, Humeyni’nin 1970 yılında yayınlanan İslam Fıkhında Devlet isimli kitabında betimlediği ideal İslam devleti tasarımına benzediği açıktır.”

Bu gözlemler hakkında, özellikle de sonuncusu üzerine çok kafa yorup, özündeki esrarı dostlarımla tartıştım, ancak şu soruya hâlâ yanıt bulamadım: Humeyni, oynayacağı rolün çerçevesini İran’a döndükten sonra mı değiştirmişti, yoksa gerçek oyun planını bilerek ya da bilmeyerek bizlerden gizlemiş miydi?

Bildiğim kadarıyla, şimdiye dek kimseden, bu soruyla alakalı itibar edilebilecek bir açıklama gelmedi. Humeyni, uzun sürgün yıllarında İran’daki popülaritesini hafife almış, dönüşünde böylesine coşkulu bir şekilde karşılanınca da durumu yeniden değerlendirmiş ya da hükümeti yönetmeleri için güvendiği (Beni Sadr, Bazergan, Sadık Kutbizade gibi) liberal İslamcıların, İran halkının onaylayacağına inandığı türden devrimci bir geleceğe bağlılık duymadıklarını farketmiş olabilirdi. İran’a dönüşü sonrası diğer imamların ondan, çoğunluğu Batı’da yaşamış ve İran’da pek güvenilir bulunmayan ilk dalga Şah sonrası siyasetçilerin elinden devrimi “kurtarmasını” istemeleri de bir diğer ihtimaldi.

Bu meseleler ne şekilde çözümlenirse çözümlensin, İran’da ortaya çıkan İslam Cumhuriyeti’nin, Humeyni’nin derslerinden oluşan ve 1970’te yayımlanan İslam Fıkhında Devlet kitabında betimlenen ideal İslam devleti tasarımına benzediği açıktır.

Arap Baharı’ndan üç yıl sonrasına denk düşen şu dönemde, bunun Orta Doğu’daki gelişmelerin mevcut durumunu etkileyen bir yansıması daha söz konusu. Şah’a karşı “ya hep, ya hiç” tarzı bir mücadelede ısrar eden Humeyni, bu sayede İran’ı gerçek anlamda yeni bir siyasi düzene geçiren bir dönüşüm yaratmayı başarmıştı.

2011 yılında Mısır’ın başkenti Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda toplanan göstericiler, bunun aksine, despot liderlerinin devrilmesi ve demokratik reform yolunda verilmiş birkaç zayıf vaade razı oldular. Ve en sonunda da, devrik lider Hüsnü Mübarek’in baskıcı rejiminin çok daha şiddetli tarzda yeniden tesis edildiği bir karşı devrim dalgasına yenik düştüler. Burada kastedilen; İran’da yaşananların faydalı olduğu değil, geçmişle olan bağı kararlılıkla koparması bakımından “devrimci” olduğudur.

Bu açıdan bakıldığında, Ayetullah Humeyni, her ne kadar laik değerleri de kapsayan modernlik konusunda geçmişe dönme amacı gütse de, gerçek bir devrimcidir.