Amerika Birleşik Devletleri’nde ilk kez 70’lerin ikinci yarısında, 80’li senelerde, neo-conservative’ler yani yeni muhafazakâr denen kesimler için kullanılan neocon neyi ifade eder? Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından kaleme alınan bir makalede bakın neoconlar nasıl tanımlanıyor:
Neoconlar [1]; ABD’de klâsik sağda var olan dış politika konsepti eksikliğini ve stratejisizlik boşluğunu değerlendirerek ve 11 Eylül sonrası tavan yapmış Amerikan paranoyasının yardımı ile Bush iktidarında söz sahibi olmuş imparatorluk taraftarı bir avuç – ne tesadüftür ki çoğu Yahudi’dir ve hepsi Siyonist’tir- kıymeti kendinden menkul entelektüel, köşe yazarı, think-tank analisti ve acar politikacıdan oluşan bir ekiptir.
Bunlar yaşam tarzları itibariyle Avrupalı sosyal demokratlara benzerler, çoğu zaten Demokrat Parti kökenlidir, fakat komünizmin batışından itibaren bir anda sıkı müdâhaleci oluvermişlerdir.
Sıfatları “yeni muhafazakâr” olmakla beraber, geleneksel muhafazakârlara karşı büyük antipati beslemekte ve onları “anti-semitik” bulmaktadırlar.
Neocon ekibinin amiral gemisi New Republic, Weekly Standart ve Commentary gibi bir dizi güçlü medya organıdır. Bununla birlikte düzenli olarak makalelerinin yayımlandığı ve köşe yazarlığı yaptıkları diğer etkili gazete ve dergiler olarak; Wall Street Journal, National Review, Washington Post, American Spectator sayılabilir. New York Times ve Washington Post ise, neoconlara özellikle gündemin sorunsalının ne olduğu konusunda makalelerini yayımlayabilecekleri bir platform sunmaktadır.[2]
Çağımızın barbarlaşması hem iyi hem de kötü imparatorlukların eseridir ve “teröre karşı savaş” sloganı da şimdi bu barbarlığın değirmenine su taşımaktadır.[3]
“Amerikan değerlerini” dünyaya yaymak için Amerikan gücünün kullanımı, bu çerçevede daha agresif bir dış politikanın benimsenmesi ve ABD’ye yönelik tehditlere yeterince sert şekilde karşı konulması taraftarı olan neoconlar değermenlerini döndürmek için taşıma su kullanma yoluna gitmişlerdir.
Nedir bu taşıma şu?, dışarıdan gelen bir tehtit, bu tehtit ülkenin kendi içerisinden doğmamış dışarıdan taşıma usulü gelmiştir ve sonrasından gelişecek/gelişmiş olan girişimler, işgaller silsilesinin başında yer almıştır: Terörizm.
İşte düşman bu! saldırın. Kim terör? nerede? nasıl bulunur? Ulusal çıkarlara göre herkese bir damga yapıştırılmıştır: Teröristsin, anti demokratiksin – otoritersin – vs. Bu konu ilerleyen bölümlerde daha kapsamlı bir şekilde ele alınacaktır.
Biz şimdi neoconları biraz daha yakından analiz etmeye çalışalım ve onları daha yakından tanıyalım ki Bush Doktrini adı altındaki politikanın temelleri nereden geliyor öğrenelim.
1930’ların ortalarından 1940’ların başına kadar New York City College’da (CCNY) okuyan, çoğunlukla Yahudi aydınlardan oluşan sıra dışı bir gruba dayanır. CCNY grubunun en önemli mirası, yoğun bir anti-komünizmi destekleyen ve onun temsil ettiği kötülüğü göremeyen liberallere yönelik eşit ölçüde bir nefretti.[4] Fikri babası ise Leo Strauss’tur. Bugün neocon düşüncenin temeli kabul edilen yayılmacı müdehaleci, demokrasiyi destekleyen duruş – Max Boot’un deyimiyle sıkı Wilsonculuk[5].
Neoconlar, Amerika önderliğinde “başkaldıran diktatörler ile düşman ideolojilere karşı koymayı ve mümkün olduğu her yerde bunları yıkmayı; … Amerika’nın çıkarları ile liberal demokratik ilkelerin desteklenmesini; ve … insan kötülüğünün daha aşırı hallerine karşı mücadele etmeye çalışanlara yardım sağlanmasını” gerektiren bir politika olan “iyiliksever hegemonyayı” istiyorlardı[6] ve bu içeriklere değinen makalerler (1996) ve kitaplar yazılıyordu (2000).
Neo-con’lar politika, güvenlik ve ideolojiye genelde ilgi duyuyorlardı; küreselleşme, rekabetçilik, gelişme ve diğer meseleler hakkında nispeten daha az sayıda özgün fikir üretmişlerdir[7].
Neo-con’lar idealleri uğruna aracı olarak savaşı kullanmaktadırlar. George Bush’un 2000 yılında yaptığı konuşmada da bunu daha net görebilioruz: “Askerlerimizin, ulus inşa etmek denen şey için kullanılmaları gerektiğini düşünmüyorum. Bence askerlerimiz, savaşmak ve savaşı kazanmak için kullanılmalıdırlar.”
Günümüzde iktidarda olan Amerikan sağı, kendi mantığı içine kapanarak, bir kaos imparatorluğu önermektedir, bu aynı zamanda bir baskı ve çoğul kapanmalar, imparatorluğudur. Ötekieri tam özgürlüğe ve açılıma kesin davet etmek; onları aynılar olmaya ve en zayıfları da gönüllü olarak ölmeye davet etmektedir – ve eğer direnirlerse, koyun ağıllarında şiddetli bir ölümle karşılaşacaklardır.[8]
Neo-conlar dış politika alanında radikal sayılabilecek görüşlere sahiplerdir, bunları kısaca şu şekilde sıralayabiliriz:
* Soğuk Savaştan dünya üzerindeki yegâne süper güç olarak galip çıkan ABD’nin karşı konulamaz bir askeri güce sahip olduğunu düşünmekte;
* Hâlihazırdaki sosyo-ekonomik Amerikan hegemonyasının (Pax-Americana) devamı için, Çin ve Avrupa gibi yükselen güçlerin önünün kesilmesi gerektiğini savunmakta;
* ABD’nin gücünün tehditlere karşı kullanımını kısıtladığı gerekçesiyle ABD’nin uluslararası kuruluşlar ve anlaşmalarca bağlanmaması gerektiğini düşünmekte; * “Amerikan değerlerini” dünyaya yaymayı adeta kutsal bir misyon olarak görmekte, bunun için Amerikan gücünün kullanımından çekinilmemesi gerektiğini savunmakta[9]
* Otoriter rejimlerin Amerikan karşıtlığını artırdığı gerekçesiyle “serseri devlet” olarak tanımladıkları bazı ülkelerde rejim değişikliği yapmayı bir dış politika hedefi olarak belirleyebilmekte; bu bağlamda BM Şartı ile yasaklanan “önleyici saldırı (preemptive strike)”ı meşru görebilmekte,
* En genel ifadesiyle dünyada Amerikan hegemonyasını tesis için daha agresif bir dış politikanın benimsenmesini teşvik etmekte, bu hedefe ulaşılması için önüne çıkabilecek engelleri, bunlar uluslararası toplum tarafından kabul görmüş kurallar dahi olsa, ihlalde hiçbir sakınca görmemektedirler.
Francis Fukuyama’nın Neoconlar hakkında ortaya koyduğu bilançoya bir bakalım: Rejimlerin iç yapılarının önemli olduğu ve dış politikanın liberal demokratik toplumların en derin değerlerini yansıtması gerektiği inancı. İlk neocon anti-Stalinistçiler, Soğuk Savaş’ı ideoloji ve değerlere karşı bir mücadele, Sovyetler Birliği’nin üstesinden nasıl gelineceğiyle ilgili Reagan yıllarına kadar süren bir kavga olarak görüyorlardı. Neocon düşüncesindeki Straussçu akım da rejimi, siyasetin ana bir düzenleyici ilkesi olarak görüyordu. Neoconların Amerika’nın gücünün ahlaki amaçlar için kullanılmakta olduğu ve kullanılabileceği ve ABD’nin ulusalararası meselelerle ilgilenmeye devam etmesi gerektiği yönünde inançları vardır[10].
Neoconlar hırslı sosyal mühendislik projelerine güvensizlik duyarlar. Gerek güvenliğe gerekse adalete ulaşılmasında uluslararası hukukun ve kurumların meşruiyeti ve etkinliği hakkında duyulan şüphe ABD’nin 2001 ve özellikle 2003 yılı operasyonlarında kendisini kuvvetle hissettirmektedir.
Woodrow Wilson Etkisi
Neoconlar Wilsoncu olarak adlandırılmış olsalar da Woodrow Wilson’un kendisi, Milletler Cemiyeti’nin oluşturulması yoluyla demokrasiyi desteklemeye çalışmıştı. Kuvvet politikası’nın aşılıp onun yerine uluslararası hukukun geçirilebileceği hayali, bugün Amerikan liberal enternasyonalistler ve birçok Avrupalı tarafından paylaşılmaktadır.
Neoconlar bu bağlamda, uluslararası hukukun kuralı uygulayamayacak veya saldırganlığı önleyemeyecek kadar zayıf olduğu konusunda gerçekçiler ile hemfikirdirler; uluslararası adaletin hem bir hakemi hem de uygulayacısı olarak Birleşmiş Milletler’i son derece eleştirmektedirler[11]
Ancak bu durum Neoconların tüm işbirliği örgütlerine güvenmediği anlamına gelmiyor.
Örneğin ABD, NATO ittifakına çok olumlu yaklaşmaktadır; çünkü NATO realist bir perspektifle oluşturulmuş ve yeri geldiğinde saldırabilme yetisine sahip ABD’nin gölgesi altında yönünü tayin eden, müşterek eyleme inanan bir örgüttür, ancak Birleşmiş Milletler de idealist perspektifin bir uzantısı olduğundan ABD’nin dış politika yaklaşımlarına ters düşmektedir,
Gün gelir de BM, ABD’nin düşmanı konumundaki devletlere ikazda bulunursa bu durumda ABD için BM sözü dinlenebilir bir konuma gelir, örneğin İran’ın uranyum zenginleştirme çalışmalarını engellenmeye çalışılaması durumlarında BM’in sözünün dinlenmesi gerektiğine inanılır ancak 2003 yılında Irak’a yapılan operasyonda BM’nin konuya yaklaşımı dikkate alınmaz.
Bu yaklaşım tarzı ABD’nin dış politikası hakkında bazı soru işaretlerini ortadan kaldırabilir niteliktedir. Her ne kadar yeni-muhafazakar fikirlerin temeli Reagan dönemine kadar uzansa da, bu kesimi “yeni-muhafazakar” isimlendirmesiyle ABD’nin gündemine taşıyan yakın dönemdeki ilk olay, 1991 yılında devrin Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in ekibi tarafından hazırlanan “Savunma Planlama Rehberi (Defense Planning Guidance-DPG)” adlı çalışmanın henüz taslak halindeyken medyaya sızması olmuştur[12]. Belgede, ABD’nin karşısına bir tehtit unsuru olarak çıkacak devletlere karşı gerekirse önleyici bir saldırı düzenleyebileceği yer alıyordu. Paul Wolfowitz ve ekibi ABD’ye tehtit olabilecek güçlerin önemli doğal kaynakların kontrolünü ellerine geçirmesini önlemek istiyorlardı ve burum o dönemde medya da yayınlandı ve kamuoyunda büyük bir sansasyona neden oldu ardından DPG’nin radikal fikirlerinde bir dizi değişiklik yapılarak kabul edilmesi mümkün oldu.
George W. Bush yönetimi altında bulunan Dick Cheney, Donald Rumsfeld ve Paul Wolfowitz gibi yetkililerle 1997 yılında Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” (The Project for the New American Century-PNAC), kuruldu. 1998 yılında yayınlanan proje dönemin ABD başkanı Bill Clinton’un dikkatine sunuldu: ABD’nin Irak politikasının bozulduğu ve Saddam Hüseyin’in iktidarına son verilmesi gerektiği üzerine vurgu yapıldı.
PNAC tarafından 2000 yılında yayınlanan “Amerikan Savunması’nın Yeniden İnşası: Yeni Bir Yüzyıl İçin Strateji, Kuvvetler ve Kaynaklar” adlı raporda ABD ordusunun modernizasyonuna dikkat çekilmektedir ve ABD’nin gücünün tesisi ve devamlılığı için izlenmesi gereken yollar belirtilmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemin gereklerinin en iyi şekilde ifa edilmesi vurgulanmaktadır. Füze savunma sstemlerinin kurulması ve bu konudaki gerekliaktarımlarının yapılması gerektiği üzerinde durulmaktadır.
Bir anlamda, Tarihin Sonu[13] tezinden ilham alınarak dünyadaki en etkili ve inanılan gücün kapitalizm olarak kalması gerektiği belirtilmiştir. 2000 yılında oluşturulan projenin getirdikleri (Neoconların ABD için öngördüğü projenin belli başlı hedefleri) şu şekilde açıklayabiliriz, bu getiriler bizzat neocon ideolojinin yansımalarıdır ve bu ideoloji temelli ortaya atılmıştır: Daha agrasif bir dış politika izleyerek Amerikan değerlerini, düşüncelerini dünyaya yaymak, ABD’ye yönelik tehditlere yeterince sert şekilde karşı konulması, bu kapsamda gerekirse tehdit oluşturan ülkelerin rejim değişikliğine zorlanması, bunun için yöntem olarak “önleyici saldırı”nın benimsenmesi; bu çerçevede ilk adım olarak ABD için en büyük tehdit olarak görülen Irak’taki Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi, Neoconlar Otoriter rejimlerin Amerikan karşıtlığını arttırdığını idda etmektedirler, bu nedenle özellikle Ortadoğu’da “demokratik dönüşümün” sağlanması gerektiğine inanırlar.
Tüm bu hedeflere ulaşabilmek için gerekli altyapının oluşturulabilmesi amacıyla ABD ordusunun yapılanmasında çağın gereklerine göre köklü değişikliklere gidilmesi, bir ulusal füze savunma sistemi kurulması ve savunma bütçesinin önemli oranda artırılması. Yukarıdaki maddeleri dikkatle incelediğimizde George W. Bush’un bu politikaları pratiğe dökmedeki başarısı yadsınamaz ancak bu politikaları uygulamadaki başarı genelde dünyaya ve özelde de kobay olan bölgelere ne getirmiştir?
[1] Neoconlar’ın etkili isimleri arasında şunlar sayılabilir: Richard Perle, Bill Kristol, Richard Brooks (Weekly Standard’da yazar), Paul Wolfowitz, Fred Barnes, Morton Kondracke, Charles Krauthammer, Frank Gaffney (kendisi Perle’nin eski yardımcısıdır ve Washington Times’da köşe sahibidir), Robert Kagan (Carnegie Endowment for International Peace adlı etkin bir think-tank kurumunun en önde gelen şahsiyetlerinden biridir), Ken Adelman, Gary Bauer, Jeffrey Bell, William J. Bennett, Ellen Bork, Linda Chavez, Eliot Cohen, Midge Decter, Thomas Donnelly, Nicholas Eberstadt, Hillel Fradkin, Jeffrey Gemdin, Reuel Marc Gerecht, Charles Hill, Bruce P. Jackson, John Lehman, Tod Lindberg, Rich Lowry, Clifford May, Joshua Muravchik, Martin Peretz , Daniel Pipes, Norman Podhoretz, Stephen P. Rosen, Randy Scheunemann, Eliot Cohen, Steve Forbes, Zalmay Khalilzad, Lewis Libby, Stephen P. Rosen, Jeffrey Bergner, Gary Schmitt, George Weigel, Aaron Friedberg, William Schneider, Marshall Wittmann, R. James Woolsey, Francis Fukuyama (biliyorsunuz kendisi tarihi bitirmişti!), Fred C. Ikle, Peter W. Romdan, Stephen P. Rosen, Henry S. Rowen, Donald Rumsfeld, (CIA’nın eski patronlarından) ve bir dispensationalist1 olan Cal Thomas sayılabilir.
[2] Süleyman Bulut, 2023, 03.04.2002, Amerikan Dehşetinin Mimarları: Neoconlar.
[3] Eric Hobsbawm, Küreselleşme, Demokrasi ve Terörizm, çev. Osman Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 125
[4] Francis Fukuyama, Neo-Conların Sonu / Yol Ayrımındaki Amerika, çev. Hasan Kaya, İstanbul: Profil Yayıncılık, 2006, s.26
[5] İbid, s.51
[6] İbid, s.51
7] İbid, s.54
[8] Alain Joxe, Kaos İmparatorluğu, çev. Işık Ergüden, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003, s.226
[9] Yıldıray Şahiner, ABD İçin Yeni Muhafazakar Proje, Stratejik Boyut, 17.02.2007
[10] Neocon dış politikanın, ahlaki amaçlara ulaşmak için çoğu kez güç kullanması gerektiği düşüncesinde yatan gerçekçi bir boyutu vardır. Dünyanın egemen gücü olarak ABD’nin güvenlik alanında özel sorumlulukları bulunmaktadır. Bu İkinci Dünya Savaşı ve Hitler’e karşı mücadelede olduğu gibi, 1990’larda da Balkanlar için geçerliydi.
[11] Fukuyama, a.g.e, s.59
[12] Şahiner, (17.02.2007)
[13] Tarihin Sonu mu? adlı tezle ortaya çıkan ve belli bir süre sonra yazarı Francis Fukuyama tarafından Tarihin Sonu ve Son İnsan / The End of History and The Last Man adıyla kitaplaştırılan çalışma, başarısız komünist deneyimin ardından liberal demokrasinin meşruiyeti üzerinde bir çok ülke tarafından genel mutabakat sağlandığı saptamasını yaparak burdan hareketle; insanlık tarihinin ulaşacağı nihai yönetim biçiminin Liberalizm olduğunu dile getirmiş ve liberalizm/liberal demokrasi ile birlikte insanlığın ideolojik evriminin sonunun geldiğini ileri sürmüştür. Francis Fukuyamanın dayanak noktası Hegel ve idealist felsefedir.