Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk hoca yazdı..
Ramazan ayının toplumun bütün kesimlerinin iştirak ettiği bir ibadet ayı olması, toplumumuzda bu aya mahsus bir hayat tarzının doğmasına sebep olmuştur. Şüphesiz günümüzde de etkisi hissedilen ve devam ettirilmeye çalışılan bu hayat tarzının kökleri çok uzun bir geçmişe dayanmaktadır. Türk milletinin bu ayın özüne, amacına ve kudsiyetine zarar vermeden, sırf onu daha iyi, güzel ve coşkulu bir şekilde yaşamak uğruna geliştirdiği bu hayat tarzı merhum Süheyl Ünver tarafından doğru ve isabetli bir tespitle “Ramazan Medeniyeti” olarak adlandırılmıştır. Bu hayat tarzının ortaya çıktığı, geliştiği şehir ise Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’dur. Yukarıdan aşağıya doğru bir etkilenmeyle (saray-konak-mahalle) büyük ölçüde sarayı örnek alan İstanbul, zaman içinde kendi adıyla anılan, özgün, incelmiş, kabul görmüş ve herkes tarafından takdir edilmiş bir hayat tarzı oluşturmuştur. Bu hayat tarzının özgün taraflarından birisi de Ramazanla ilgilidir. Biz de bu yazımızda zamanın değişmesiyle birlikte büyük ölçüde yok olan bu hayat tarzının geçmiş zamanlardaki hâli ile günümüzdeki yansımaları üzerinde duracağız. Şüphesiz kitaplardan okuyup öğrendiğimiz eski Ramazan hayatı ile ilgili bütün hususları sınırları belli olan bir yazı çerçevesinde ayrıntılarıyla vermek mümkün değildir. Bu yüzden bazı noktalara dikkat çekmekle yetineceğiz.
Ramazan gelmeden önce her yerde hummalı bir faaliyet göze çarpar. Evler, camiler temizlenir; çarşıda, pazarda Ramazan alışverişi yapılır. Bu yönüyle eski Ramazanlarla günümüz Ramazanları arasında fazla bir fark olduğunu söyleyemeyiz. Aynı telâş günümüzde de mevcut. Herkes kendi gücüne ve kazancına göre en iyi, en kaliteli yiyecek maddelerini Mısırçarşısı’ndan, Unkapanı, Yağkapanı, Asmaaltı dükkânlarından tedarik etmeye çalışır. Büyük dairelerde, kalabalık evlerde Ramazana mahsus olmak üzere fazladan aşçılar ve aşçı yardımcıları istihdam edilir. Zenginler ve üst rütbeli devlet memurları çalıştırdıkları kişilere ve amiri oldukları memurlarına Ramazan hediyeleri, kumanyalar gönderir. Günümüzde de aynı uygulamanın gerek belediyeler, gerekse zengin ve varlıklı kişiler tarafından marketlerde hazırlatılan yiyecek paketleriyle, Ramazan kumanyalarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Bu kumanyaların özellikle fakir ve kimsesiz vatandaşlara dağıtılması toplumsal dayanışmayı göstermesi açısından ayrıca olumludur.
MAHYA İL NE ZAMAN HANGİ CAMİLERDE KURULDU?
Ramazan ayının ülkemizdeki en belirgin özelliklerinden birisi camilerde minareler arasında kurulan mahyalardır. İstanbul’da camilere mahya kurmak âdeti 1603-1617 yılları arasında hükümdarlık yapmış olan Sultan I. Ahmet zamanında başlamıştır. Mahya kurmak geleneği önceleri sadece Süleymaniye, Sultanahmet, Yenicami, Üsküdar’da bulunan Valide Camii ile sınırlı iken Lâle devrinde Sultan III. Ahmet zamanında Ayasofya, Fatih, Beyazıt, Sultan Selim, Şehzade ve Eyüp Camilerinde de mahya kurulmaya başlanmıştır.
Tabiî önceki mahyalarla şimdiki mahyalar arasında büyük farklar var. İlk mahyaların ışıklandırılmasında kandiller kullanılmış, kuş, köprü, kılıç, balık, çiçek, ok, yay, top, gülle gibi unsurlar resmedilmiştir. Zamanla mahyacılık da kendisine has bir zanaat hâlini almış, bu sahada ünlü şahsiyetler yetişmiştir.
Minareler arasında hareketli ve sabit olmak üzere iki çeşit mahya kurulmasından başka minarelere ışıklı kaftan giydirilmesi, cami avlusunda kandil uçurmalar ve cami içlerinde mahya kurulması da Ramazan ayında ve kandillerde cami süsleme geleneğinin diğer unsurlarıdır. İstanbul’dan başka Edirne, Bursa ve Konya’da da büyük camilerde mahyalar kurulmuştur.
II. Meşrutiyet’ten sonra ise yazı ile mahya kurmak geleneği başlamıştır. Değişen zamana ve zemine göre mahyalarda yer alan yazıların da değişime uğradığını görüyoruz. Daha sonraki yıllarda kandil yerine elektrikle aydınlatma usulüne geçilmiştir. Bugün de aynı usûl kullanılmaktadır.
MAHYA YAZILARINDAN ÖRNEKLER
Mahyalarda kullanılan yazılara örnek: “Ya Gani”, “Ya Kerim”, “Bismillah”; savaş ve millî mücadele zamanlarında “Hilâl-i Ahmeri Unutma”, “Yaşasın İstiklâliyet”; Atatürk İstanbul’a geldiğinde “Safa Geldin”. Günümüzde kurulan mahyalarda yer alan yazılardan en anlamlı olanı ise galiba “Fakirleri Unutma”.
İFTAR SOFRALARI
İftar sofralarında yer alan iftariyelerin, yiyeceklerin, yemeklerin sayısı da Ramazana mahsus başka bir özelliktir. Herkes kendi gücüne ve hâline göre israfa kaçmadan mükellef bir sofra kurma peşindedir. Gün boyu oruçlu kalan ağızlar iftar vaktinin girmesiyle birlikte âdeta bir ziyafetin ortasında bulurlar kendilerini. Sofra(lar) başında kimler yok ki? Uzak yakın konu komşu, akraba, eş dost, yoldan geçen ve tabiri caizse iftar sahibine yakalanan herkes tek bir duygu ve heyecan etrafında kenetlenmiştir.
Eski iftarları okuyunca insanın bu dönemlerde tek başına iftar eden kimsenin olmadığına inanacağı geliyor. Yemekten sonra iftara gelmenin ve bu kutlu merasime katılmanın kibar bir karşılığı olarak sunulan diş kiraları başka bir incelik değil midir? Günümüz Türkiye’sinde de aynı heyecanı görmek ve yaşamak mümkündür. Yakın çevreden başlayarak sırayla akrabalar arasında verilen iftar davetleri, zenginlerin, kurum ve kuruluşların büyük mekânlarda düzenledikleri iftarları eski zamanların günümüzdeki uzantısı olarak görebiliriz. Ancak bu iftar meclislerinin en anlamlı olanı ise şehrin muhtelif meydanlarında kurulan iftar çadırları olsa gerektir. Toplum içindeki sun’î farkların ortadan kalktığı herkesin yek vücut olduğu iftar çadırları her alanda arzu ettiğimiz birlik ve beraberliği küçük ölçekli de olsa yansıtmıyor mu sizce?
TERAVİH VE DİREKLER ARASI
Camilerde kılınan teravih namazlarından sonra yapılan gezintiler, Direklerarası eğlenceleri, Karagöz, Meddah, Orta oyunu, çeşitli gösteriler ibadetle birlikte hoş vakit geçirmenin, dinlenmenin kültürümüze has yansımalarıdır. Bu sanatlarda maharet sahibi olmuş ve adını tarihe yazdırmış olan İncili Çavuşlar, Şekerci Salihler, Kasımpaşalı Hafızlar, Kız Ahmetler, Kavuklu Hamdiler, Kel Hasanlar, Tellâl Şükrüler, Kurban Osepler, Abdi Efendiler, son dönemlerde Borazan Tevfikler, İsmail Dümbüllüler, Naşit Beyler yüzyıllar boyunca Türk halkını güldürmüşler, eğlendirmişlerdir. Hatta bunlardan Kasımpaşalı Hafız ve Abdi Efendi gibi sanatkârlar devrin padişahları huzurunda icra-yı sanat etmişlerdir.
BİR FIKRA
Burada yeri gelmişken bir Ramazan fıkrası nakledelim:
“Sultan İkinci Mahmut devri ileri gelenlerinden bir zat Ramazanda bazı dostlarını iftara davet etmiş. Meşhur şair İzzet Molla da davetliler arasındaymış.
Yatsı ezanı okunmuş, cemaatle teravih namazına başlamışlar. İmamlık eden zat, neredeyse iki secdeyi bir edecek derecede namazı acele kıldırıyormuş. Daha beş dakika olmadan onuncu rekâtın tehiyyatına gelmişler. O aralık dışarıdan bir adam gelip bunların namaz kıldıklarını görünce “Hazır abdestim varken ben de cemaate yetişeyim” diye düşünüp safa dâhil olacağı zaman cemaat selâm vermiş. İzzet Molla adama dönüp şöyle demiş:
-Be adam, biz içinde iken yetişemiyoruz, sen dışardan gelip nasıl yetişeceksin?”
Bugün pek çok Ramazan ayına şahitlik etmiş olan Direklerarası’nın yerinde yeller esmektedir. Ancak günümüzde şahit olduğumuz bazı faaliyetler bu konuda fazla üzülmeyi gereksiz kılmaktadır. İstanbul’da eski Ramazanların eğlence kültürünü hatırlatmak ve yaşatmak adına son yıllarda Feshane başta olmak üzere çeşitli mekânlarda bu manada çeşitli faaliyetler icra edilmektedir. Eski İstanbul’u anlatan hatıratlardan öğrendiğimiz kadarıyla özellikle Feshane’de yapılan gösterilen eski Direklerarası eğlencelerini aratmayacak nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Oruç tutmanın yanında bu ay içinde hoşça vakit geçirmek isteyen halkımızın bu tür mekânlara rağbet etmesi, çoluk çocuk hep birlikte eğlenmesi bu ayın güzellikleri arasındadır.
RAMAZAN DAVULCULARI
Ramazan ayının en önemli hususiyetlerinden biri de şüphesiz Ramazan davulcularıdır. Eskiden mahalle bekçilerinin mahalle sakinlerini sahura kaldırmak için;
Besmeleyle çıktım yola
Selâm verdim sağa sola
Benim mürüvvetli efendim
Devletiniz daim ola
türünden maniler eşliğinde belli bir düzende ve makamda çaldıkları, daha doğrusu üzerinde sanat icra ettikleri davulların sesleri bugün maalesef hatıralarda kalmıştır. Ancak ne olursa olsun bu geleneğin günümüzde de devam etmiş olması, bugünkü İstanbul ile eski İstanbul arasındaki bağın kopmadığını, şarkının devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Zamanın değişmesiyle birlikte eski alışkanlıkların sekteye uğrayacağı, yeni alışkanlıkların ortaya çıkacağı, üstüne üstlük pek çok meseleyle karşılaşılacağı tabiîdir. Bu meselelerin çözümünde öncelikle geçmişimize, kültürel mirasımıza müracaat etmemiz gerekiyor. Bugün pek çok uygulamasını değişik şekillerde devam ettirdiğimiz Eski Ramazanları da bu çerçevede düşünerek hareket etmeli, yaşantımıza ne gibi katkıları olacağı üzerinde fikir yürütmeliyiz. (Meraklısı için okuma önerileri: Ramazan Kitabı, (Haz. Özlem Olgun), Halit Fahri Ozansoy, Eski İstanbul Ramazanları, Abdülbaki Gölpınarlı, Ramazan Geldi Hoş Geldi, Süheyl Ünver, Mahya ve Mahyacılık)