Mehmet Ali Sarı Derin Tarih okuyucuları için Kur’an-ı Kerim ve Ramazan’ı tüm ayrıntıları ile yazdı.
Ramazana özelliğini kazandıran şey, şüphesiz Kur’an-ı Kerim’in bu ayda inmiş olmasıdır. Cenab-ı Hak “Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik” buyuruyor. Ayetler, Levh-i Mahfuzdan, bütün bilgilerin yazılı bulunduğu Kitab-ı Mübin’den (“apaçık kitap”) semamıza bu gecede indirilmiştir. Ayetlerin Peygamber Efendimiz’e (sav) vahyi de bir Ramazan gününde başlamıştı. Tabii oruç da bu ayda farz kılınmıştır.
Bu hususiyetleri sebebiyle Ramazanın kendine has ibadet ve adetleri mevcuttur. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde Ramazanı “Gündüzleri sâim, geceleri kâim” geçirmeyi öğütler. Yani onu gündüzleri oruç tutarak, geceleri de ayakta ibadetle değerlendirmek gerekir. İbadetlerin başında oruçla beraber, Ramazan mukabeleleri ve teravih namazı gelir.
Mukabele geleneği, vahyi getiren Cebrail ile Peygamber Efendimiz’in karşılıklı olarak Kur’an ayetlerinin teatisine dayanır. Kur’an ayetleri nazil olmaya başladıktan sonra Cebrail, Ramazan ayında o ana kadar gelen vahyi Efendimiz’e tekrar ettirirdi. Cebrail okuyor ve Peygamberimiz de dinliyordu. Her sene bir defa tekrarlanan ayetler, yalnız son yıl iki defa okundu ve bu sebeple o seneye “arza-i ahira” (son tebliğ) adı verildi.
Efendimiz’in (sav) dar-ı bekaya irtihalinden sonra Ramazanda hatim adeti Sahabe-i Kiram tarafından devam ettirildi. Tarihçi İbn Sad’ın rivayetine göre Ashab-ı Kiram’ın evlerinden arı uğultusu gibi sürekli Kur’an sesi gelirdi.
Kur’an’da üç mucizevî unsur bir aradadır: 1) Lafızları, 2) Lafızların taşıdığı anlam, 3) Sedası veya musikisi. Dilimiz Arapça olmadığından doğru okuyabilmek için Kur’an’ın lafızları bizi daha çok meşgul eder. Ve bu işle o kadar oyalanırız ki, diğerlerine vakit kalmaz. Lafızlar, içinde değerli bir taşın sunulduğu mücevher kutusu gibidir. Biz o kutuyu o kadar beğeniyoruz ki, içindeki mücevhere bir türlü ulaşamıyoruz. Oysa esas olan anlamıdır. Lafızlar sadece manayı taşır.
Kur’an’ın ahenk ve edası da lafızları ve manası gibi mu’cizdir (insanları aciz bırakır). Ayetlerde arka arkaya gelen uzun ve kısa heceler muhteşem bir musikiye dönüşür ve dinleyenler etkilenir. Lafızları, anlamı ve lafızların seslendirilmesiyle ortaya çıkan musikiyle Kur’an bir bütündür. Müşrikler onun bu mu’ciz (aciz bırakan) tarafından o derece etkilenmişlerdir ki, kabul etmeseler de dinlemekten kendilerini alamamışlardır.
Zavallı, 3 bin ilahi biliyor!
Kur’an iki türlü dinlemek mümkün: Zihinle ve gönülle… Zihinle dinlemek için manasını anlamak lazım gelir ki, bu tadını ikiye katlar. Anlamı akla, ahengi gönle tesir eder.
Halkımız Kur’an’ı gönül bağıyla dinliyor. Bu yüzden Süleymaniye Camii’nde okunan bir aşırı cemaat büyük bir teslimiyetle dinler ve zevk alır. Onun musikisi insanları kendine bağlar. Elbette en güzeli anlayarak dinleyebilmektir.
Dinî ritüellerimizin hemen hepsinde ses aslî unsurdur: Tesbihatta, mukabelede, ezanda, namazda, salâda ve mevlitlerimizde… Bir din görevlisinin bütün vazifeleri sesle alakalı; bunun eğitimi olmayınca eksik kalır hizmetler.
Musikinin günaha, eğlenceye götüren bir vasıta olduğunu öne sürenler olsa da buna katılmak mümkün değil. Ashab-ı Kiram’dan Kur’an’ı güzel okuyanlara Hazret-i Peygamber iltifat buyurmuşlar. Mesela bir gün Ebu Musa el-Eşarî, Mescid-i Nebevî’de Kur’an okurken Efendimiz kendisini dinliyor ve “Ya Ebu Musa, sana sanki Davud Peygamberin hançeresi verilmiş, ne güzel okuyordun!” demiş, Ebu Musa ise “Beni dinlediğinizi bilseydim daha güzel okurdum” şeklinde karşılık vermişti. Buradan anlaşılıyor ki, biri dinlerken Kur’an’ı daha güzel okumamız gerekir. Güzel ses Peygamberimiz’in hayatında önemli bir yer tutuyordu. Bilal-i Habeşî’yi müezzin seçmesi tesadüfi değil.
18. asrın sonlarıyla 19. asrın başlarında Kambur Hafız diye tanınan biri, sesinin güzelliğinden dolayı Karagümrük Cerrahî Dergah’ına zâkiranbaşı tayin edilmişti. Bunun diğer dergah mahfillerinde dedikodusu oldu. “Ne günlere kaldık! Kambur Hafız 3 bin ilahiyle Cerrahî Tekkesi’ne zâkiranbaşı oldu” diye kınanmıştı. Çünkü o zaman bu göreve gelebilmek için en az 5-6 bin ilahi bilmek lazımdı. Bugünküler kaç ilahi bilirler acaba?
Musiki tüten teravihler!
Ramazanı özel kılan ibadetlerden olan teravih namazı, yatsı namazının üstüne 20 rekat ilave edilerek kılınır. Uzunluğu nedeniyle monotonluğa ve yorgunluğa yol açmaması için Osmanlı döneminde Teravih, Enderûn usulüyle kılınırdı. Her 4 rekatlık bölüm ayrı makamlarla eda edilir, aralarda salavatlar ve ilahilerle cemaat şevklendirilir, böylece namaz zevkli bir hale getirilirdi.
Zaten teravih “terviha”, yani rahatlama demektir. Rahat rahat kılmak makbuldü. Teravihi paldır küldür ve koşturmaca içinde kılmak tasvip edilmezdi. Çünkü amaç gecenin “kâim” olmasıydı. Ne yazık ki bu ince zevk şimdi kayboldu.
Enderun Teravihinde ilk dört rekat Isfahan ve Rast, ikincisi Saba, üçüncüsü Hüseynî, bir sonraki Eviç ve sonuncusu Acemaşiran makamlarıyla kıldırılırdı. Aralarda geçişler yapılır, hepsi dügâh perdesinde karar kılardı. Tabiatıyla herkes teravihe vaktinde gelemez, gecikebilir. İşte namaza sonradan katılan kişi cemaatin namazın kaçıncı rekatında olduğunu anlamak için makama kulak verirdi. Ayetler Eviç makamıyla okunuyorsa sondan 8 rekatın kaldığını, Acemaşiran makamı icra ediliyorsa son dört rekata yetiştiğini anlar, buna göre cemaate katılır veya namazını kendi başına kılardı.
Osmanlı döneminde çoğunlukla konak imamları teravih kıldırmazdı. Dışardan musikişinas, güzel sesli imam ve müezzinler tutulması adettendi. Teravih namazı kılmak için kalan misafirlerle hane halkı için sofa veya odalar halı ve seccadeler serilerek mescit haline getirilirdi. Misafirler ön tarafa alınır ve onların seccadeleri ipekli ve sırmalı olurdu. Namaz bitirilir ve en sonunda yine bir Aşr-ı Şerif okunurdu. Sohbet halkalarının ardından herkes evine dağılırdı.
Salalar da Ramazanlarda sahur vaktini haber vermek amacıyla okunan özel bir salavat şeklidir. Takvimlerdeki imsak vaktinde, yani ezandan 1 saat önce okunurdu. Ezandan yarım saat veya 45 dakika sonra da sabah namazı için herkes cemaate katılırdı. O devirde saatleri olmadığından insanlar salaya göre sözleşirlerdi. Sala, Dilkeşaveran diye bilinen makamla okunurdu. Bu makam Hüseyni ve Acem perdelerinden başlar, altta Hüseyni Aşiran ve Acem Aşiran perdelerinde sona ererdi.
Osmanlı döneminde Ramazana has ibadetlere camilerde yapılan ‘halka sohbetleri’ni de eklemek gerekir. Camilerde mukabele halkalarının yanında vaazlar ve dersler de yapılırdı. Hatta aynı anda birkaç ders birden yapılabilirdi. Günün farklı vakitlerinde farklı derslere katılmak isteyenler iştirak ederlerdi.
Ayrıca o dönemlerde halkı uyandırmak amacıyla davulcuların söylediği Ramazan manilerine de değinmek gerekir. Her maninin bir makamla söylenmesi Ramazanın ayrılmaz güzelliklerindendi.-Yenişafak