Kur’an’ın tebliğini ve vahyin evrensel mesajını kavrayabilmek için akıl uygun ve yarayışlı bir araçtır. Dolayısıyla akıl, iman için gerekli şarttır. Akıl olmadan sahih bir imanın gerçekleşmesi mümkün değildir. Ancak dinin içinde, akla aykırı olmamakla birlikte aklı aşan durumlar da vardır ki bu; vahyin tek başına akılla kavranamayacağını gösterir. Çünkü öyle olsaydı, belirli bir mantık dairesinde herkesi imanlı kılmak mümkün olurdu.
İbadetlere, emirlere ve yasaklara rasyonel gerekçelerle bağlanmak, nefse zor gelen yükümlülüklere aklı dayanak etmek herkesin hoşuna gidiyor. Güncel bir örnek vermemiz gerekirse, Ramazan ayını idrak ettiğimiz günlerdeyiz. Uzun yaz günlerinde ifa edilen oruç ibadetine aklın ve bilimin ışığında, mantığa uygun sebepler bulmakla geçiyor günlerimiz. 17 saat aç ve susuz kalınıyor oluşun muhakkak bilimde müspet bir karşılığı olmalı saikiyle hareket ederek, aslında o ibadeti sadece Allah emrettiği için yerine getirdiğimizi unutmaktayız.
“Oruç sağlığa faydalı, metobolizmayı güçlendiriyor, hafızayı dinç tutuyor, mide dinleniyor” ve bunun gibi birçok başka sebeple ibadete faydacı akılla yaklaşıyoruz ve bu akıl Batı pragmatizminin aklıdır, İslamiyet’in değil.
Hat Eserleri / Celi Sülüs / Muhammed Yaman / Müsenna Levha – Ayet-i Kerime H. 1430 (2009) tarihli. “…Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir… Hûd Sûresi, 88.ayetten
“Aklı fazla kutsamak”
Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur ki; biz Müslümanlar oruç ibadetini sağlığa faydalı olduğu için tutmayız. Oruç tutmamızın tek gerekçesi, bu ibadetin Allah’ın emri olmasıdır. Bununla beraber tuttuğumuz oruçlardan bedenimizin istifade ediyor olması, orucun farz ve yükümlülük gerekçesi bir diğer deyişle “hafifletici sebebi” değildir. Bu yüzden insanın mevcudat içinde en üstün makama sahip olup bu yönüyle de yeryüzünde Cenab-ı Hakk’ın temsilcisi yani eşref-i mahlukat sıfatına nail olması, aklı fazla kutsamak tehlikesini de beraberinde getiriyor.
İmam-ı Gazali şöyle der, “Aklımı o kadar genişlettim ki neredeyse kopacaktı. O zaman anladım ki, akıl sınırlıdır. Bir tür cinnet geçirdim ve neredeyse aklımı kaybediyordum. Sonunda Allah Resulünün rahmetine sığındım. Her şey berraklaştı. Sırrı keşfettim ve kurtuldum.”
Muammer Esen, Kur’an’da Akıl- İman İlişkisi isimli makalesinde “Kur’an aklının”, soyut bir akıl veya kendi zatıyla var olan bir cevher olmadığını söyler. Bu yüzden Kur’an, Yunan felsefesindeki anlamıyla aklın ontolojik yapısından farklı olarak onun epistemolojik yönüne önem verir. Bundan dolayı Kur’an’da aklın kendisi değil, onun yansıması olan eylem ve davranışlar bilgi konusudur. Böyle olunca da aklın ne olduğundan ziyade onun görev ve işlevinin neler olduğu konusu daha çok önem arz etmektedir. Kur’an’da “akletmek”, salt zihinsel bir faaliyet olmayıp aksine onun, daha çok faal kalbin bir işlevi olduğu da görülecektir.
Esen’e göre, iman ve inkârın merkezi olan kalbin en önemli işlevsel özelliklerinden biri şüphesiz akletmektir, düşünmektir. Dolayısıyla onun görevi derinlemesine düşünmek, olayların önünü ve arkasını görmek; onların sebep ve hikmetini anlamaktır. Çünkü gerçekte sahih ve sağlam bir imana ancak sağlam bir akletme sonucu ulaşılabilir. Bütün akıl yürütme biçimleri kalp ile ilişkilendirildiğine ve söz konusu bu faaliyetler, aynı zamanda aklın birer eylemi olduğuna göre, buradan da anlaşılmaktadır ki, imanın merkezi sayılan kalbin akıl ile önemli bir ilişkisi vardır.
Rasim Özdenören, Kafa Karıştıran Kelimeler isimli kitabında, İslam’ın hükmünün akla uygun düşmesiyle, İslam’ın akılcı olmaması arasındaki farkın ayırt edilememesinde, rasyonalizmin Batı’da, Hristiyan dogmatizmine karşı kullanılmasının da payı olduğunu söyler ve devam eder, “Hristiyan din adamları bazı “bilimsel verileri” reddederek dünyanın yuvarlak olduğunu, güneşin çevresinde döndüğünü ileri süren görüşü dine aykırı saymışlardı. İslam dünyasında buna benzer vakıalarla karşılaşılmadı. Dolayısıyla İslam’ın akılcı olduğu sanıldı. Oysa İslam ne rasyonalisttir, ne pozitivsttir, ne de başka bir felsefe görüşüne indirgenebilir.”
İslam’da belki aklı aşan hüküm vardır fakat akla aykırı hüküm yoktur. Dolayısıyla Özdenören’in izinden giderek söylemek gerekirse, felsefeye özgü terimlerle İslam’ın yerini belirleyemeyeceğimiz gibi, izm’lere İslami düşünce tarzı içnide bir yer biçmeye çalışmak da abes bir çabadır. “Çünkü İslam kendini Vahiy’le tanımlar, felsefe görüşleriyle değil.”- Yenişafak