Fitre veren öğrencileri görmeliyiz!

Ramazan Günlügü
Abdullah Güner’in röportajı Özellikle sosyolojik çalışmalarla tanıdığımız yazar Nazife Şişman’la, "Ramazan’da sosyal hayatı" ve Martin Lings’ten çevirisini ...
EMOJİLE

Abdullah Güner’in röportajı

Özellikle sosyolojik çalışmalarla tanıdığımız yazar Nazife Şişman’la, "Ramazan’da sosyal hayatı" ve Martin Lings’ten çevirisini yaptığı Hz Muhammed’in Hayatı kitabı üzerine konuştuk.


‘Bir Müslümanın Ramazan’ı’ deyince gözünüzde neler canlandırıyor, kalbinizden neler geçiriyorsunuz? Buna paralel olarak Peygamberimiz (sav) Ramazan’ı nasıl geçiriyordu?  Ramazan sofrasında neler olurdu? Hangi duayı daha çok okurdu? Ramazan’da daha çok hangi ibadetleri ederdi gibi sorular da geliyor aklımıza? 

Esasında bu sorduğunuz soruların cevaplarını hemen bütün siyer ve ahlak kitaplarında, seçme hadislerin yer aldığı derlemelerde kolayca bulmak mümkün. Daha da kolayı var. İnternette kısa bir araştırma ile bir kaç dakikada dökümünü elde edebilirsiniz bu bilgilerin. Bizim asıl meselemiz, bu bilgilerle aramızda neden bağ kuramadığımız olmalı. O ışık neden bize ulaşmıyor? Buna kafa yormalıyız. Bir taraftan bizi dünyaya çağıran baskın bir tüketim kültürü var. Diğer taraftan “kocakarı imanı”na sahip kimselerde bile dini bilgilerle ilgili bir güvensizlik ve karmaşayı mayalayan Ramazan gündemleri.

Ramazan’ı toplumsal hayatın içinde nasıl gözlemliyorsunuz? Ramazan sosyal hayatımızı nasıl dizayn ettiğini anlatır mısınız? Ya da hâlâ bir dizayn etme durumu var mı?

Ramazan yeme içmenin farklı bir disipline tabi tutulduğu bir ay. Bir taraftan gün boyu yemek yemeyerek nefis terbiyesi yapılırken diğer taraftan iftar davetleri ile, özel yiyecekleri ile, fakirler için hazırlanan kumanyaları ile yemek çok merkezi bir yer işgal ediyor. Yemek ve yedirmek üzerinden gelişen özel bir Ramazan kültürüne sahibiz. Ama “oruç tutmak mı iftar etmek mi daha baskın Ramazan kültüründe?” sorusunu sormamızı gerektirecek bir değişim yaşıyoruz günümüzde.

Diğer taraftan Ramazan, birlikte okunan mukabeleler, cemaatle kılınan teravihler ve birlikte yapılan iftarlarla esasında insanları bir araya toplayan bir özelliğe de sahip. Son on günde itikafın tavsiye edilmesine rağmen. Günümüzde Ramazan’ın bir sosyalleşme ayı haline gelmesi üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Belediyeler başta olmak üzere bir takım kuruluşlar çeşitli etkinlikler düzenleyerek “kutluyorlar” Ramazan’ı. Bu durumda Ramazan bir eğlence ve sosyalleşme ayı mı, yoksa sabrın temrin edildiği, içe dönük muhasebenin yoğunlaşması gereken mübarek bir zaman mı sorusunu sormamız gerekmiyor mu?

Çok teknolojik bir Ramazan geçiriyoruz. İnsanlar bir yandan TV izliyor diğer taraftan internette sahura kadar vakit geçiriyor. Camilere, Kur’an Kurslarına gidenleri de görmezden gelmiyorum ama genç arkadaşların özellikle sosyal medya üzerinde oruç tuttuğunu görüyorum. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?

İbadetler zamanı nasıl örgütleyeceğimizi temrin ettirir esasında bize. Kendimizi tamamen dünyaya teslim edemeyiz, günde beş kere yüzümüzü ötelere döner, muhasebe yaparız. Yılda bir ay da başka bir zamanın içine dahil oluruz. İbadetin az ama sürekli olanı makbulse de belli dönemlerdeki yoğunlaşma kemalatımız için zaruridir. Ama günümüz tüketim kültürü ve iletişim teknolojisi bizi bize bırakmıyor. Peki ne yapmalı?

Ben olumsuzlukların altını çizmektense olumlu olanları görmekten yanayım. Çünkü zikrettiğiniz ayartıcı kanalları aşabilen örnekleri görmedikçe, bu sarmaldan çıkış da yok. Zira insan iz süren bir varlık. İyi çığır açanları takip etme istidat ve temayülü fıtratında mevcut. Bu sebeple hem bahsettiğiniz eleştirileri yapmalı, hem de “güzel bakan güzel görür” fehvasınca Ramazan’da camileri dolduran gençleri, evlerde okunan mukabeleleri, “sanki yedim” espirisini hatırlatacak şekilde rızkından ayırıp yoksulu yetimi kollayanları, harçlıklarını birleştirip fitre veren öğrencileri, gecelerini namazla tezyin edenleri, oruçla sabrın yarısını gerçekleştirenleri görmeliyiz. Bozulma söylemine ve “ah o eski Ramazanlar” şikayetine teslim olmamak için.

Sadece Ramazan’da değil, değişen sosyal hayat her şeyi etkiliyor. Mesela daha önceleri toplumsal hayatımızın merkezinde cami vardı ve şimdi onun yerine alışveriş merkezleri AVM’ler ikame ediliyor. İçinde her şeyin olduğu bu modern tapınaklardan Müslüman insanlar da nasibini alıyor elbet. Hayat, yanlış ya da doğru herkese değerek ilerliyor. Biz değişen ve dönüşen bir Türkiye’ye ayak uydururken Müslümanlar olarak neler yapmalıyız, neler yapabiliriz?

Ramazan’ın rahmet ayı olduğu ve şeytanların ellerinin bağlı olduğu bildirildiği için bu ayın manevi fezeyanının, tüketim toplumunun tüm çılgınlıklarını bertaraf edecek bir kuvvette olmasını arzu ediyoruz. Bu nedenle on bir ay normal karşıladığımız pek çok şey Ramazan’da gözümüze batmaya başlıyor. Halbuki Recep ve Şaban’ı nasıl yaşamışsak Ramazan’ı da öyle yaşamamız mukadderdir. İbadetlerin az ama sürekli olanının tavsiye edilmesi, ipliğini eğirip sonra çözen kadın gibi olmama uyarısı, hep bu espriye dayanır.

Bu sebeple eğer yerinde bir eleştiri yapmak istiyorsak tüketimin çarklarına teslim olmaktan nasıl kurtulabiliriz sorusunu daha genel ve kökten bir soru olarak sormalıyız.

Son olarak Martin Lings çevirinize değinmek istiyorum. Peygamberimizin hayatını kaleme alındığı Martin Lings’in Hz Muhammed’in Hayatı adlı siyer çalışmasının çevirisi size ait. Bu çalışmanızdan bahseder misiniz kısaca? Çeviri süreci nasıl olmuştu, siz bu süreçte neler hissetmiştiniz?

Yeni mezundum (1984). Adı konmuş bir meşguliyetim yoktu ve vaktimi nasıl örgütleyeceğime dair endişe içindeydim. İşte böyle bir halet-i ruhiye içindeyken nasibim oldu, Martin Lings’in Hz. Muhammed’in Hayatı adlı kitabı.

Yazarıyla ilgili, birkaç kitap isminden ve bir de İngiliz Müslüman olduğundan başka bir şey bilmiyordum. Kaptan Kusto’nun, Neil Armstrong’un Müslüman olduğu söylentilerinin önemsendiği; yeni Müslüman olan Roger Garaudy Türkiye’ye geldiğinde, kendisine fıkhî konularda sorular sorulup fetva istendiği bir dönemdi. Müslüman olan kişiye, dinin sağlamasını yaptığı, âdeta “İslam’ı şereflendirdiği” için minnet besleniyordu. Bu hali, Müslümanların kompleksli tavrına hamleden ben, Müslüman olan Batılılara mesafeli davranmak, belki de biraz aşırıya gidip ilgisiz kalmak gibi bir savunma mekanizması geliştirmiştim.

Peki Martin Lings de bir mühtedi değil miydi? Evet, Müslüman ana babadan doğmamıştı, otuzlu yaşlarında Şeyh Ahmed el-Alavi’yle tanışıp Müslüman olmuş ve Ebubekir Siraceddin adını almıştı. Fakat Hz. Muhammed’in Hayatı’nı yazdığında, bir mübtedi değildi. Elli yıla yakındır Müslümandı ve bu eseri de uzun süren bir çalışmanın ürünüydü. Son yüzyılda İslam dünyasının ilim ve fikir hayatında ciddi bir ağırlığa sahip olan Batılı İslam alimlerinden biriydi Martin Lings; Muhammed Esed gibi, René Guenon gibi.

Hz. Muhammed’in Hayatı’nı tercüme etmek, benim için tam anlamıyla bir nasipti. Gerçi “Nasibin dışında ne var ki!” denilebilir ve doğrudur. Ama fark, nasip olduğunu yakinen hissettirmesindeydi bu bereketli tecrübenin. Sonraları, kitabı eline alınca hiç bırakmadan okuyanları duydum, gözyaşları eşliğinde… Ve muhabbet tazelemek için, belirli aralıklarla tekrar tekrar okuyanları. Dilinin akıcılığı, ama en çok da “Peygamber sevgisi lezzeti”ni tattıran bir siyer olduğu övgüleri, her dildeki okuyucunun ortak kanaati idi.

Birkaç ay içinde koca kitabı nasıl tercüme ettim, hâlâ anlayabilmiş değilim. Kısa sürede yoğun bir şekilde çalışmamın nedeni, benim disiplinim değil, kendimi kitaba bırakmamdı. Bu, rutin bir tercüme süreci değildi. Dedemin küçükken anlattığı kıssaları dinlerken yaşadığım heyecana benzer bir şevkle, başka bir hayatın içine dalmaktı. Cebrail Aleyhisselam, “ihsan”ı anlatırken O’nun bizi hep gördüğü hakikatiyle titremek, Ebu Dücane’nin savaş alanında savrulan sarığının rüzgarını yüzünde hissetmek, Efendimiz’in Hz. Aişe’nin kucağında sevgilisine kavuşmasına şahit olmak, onun ölümüne önce Hz. Ömer gibi isyan etmek, ardından Allah’ın diri olduğunu ifade eden ayeti, sanki ilk defa okunmuş gibi Hz. Ebubekir’den duymaktı. “Yürüyen Kur’an”ın ayak izlerini takip etmek, onunla birlikte nefes alıp vermek ve Allah’ın habibiyle kevser havuzunda buluşma müjdesiyle avunmaktı. Tercümede, Türkçe okuyanların da peygamber sevgisini hissetmelerini sağlayacak bir dil tutturabilmişsem, bu tamamen Martin Lings’in eserinden fezeyan eden muhabbetin bir sonucu olmalı.

On5yirmi5.com