Abdullah’ın doğum tarihi kesin olarak bilinmediği gibi, İslâmiyet’i kabulünden evvelki hayatı hakkında da pek bilgi yoktur. Babası Cahş ve annesi de Peygamber Efendimizin (asm) halası olan Ümeyme’dir. Uhud Savaşı’nda şehit olması ve bu sırada kırk yaşlarında bulunduğu bilgisinden hareketle, 584 veya 585 yıllarında doğmuş olabileceği tahmin edilmektedir.
Abdullah iki kardeşiyle birlikte, İslamiyet’in doğuşunun ilk günlerinde Müslüman oldu. En sert tepkiyi yakın çevresi ve akrabalarından gördü. Ancak kendisi, Allah ve Resulünün sevgisine nail olmayı en büyük gaye edindi. Bu yüzden peşin olarak, başına gelebilecek her türlü sıkıntıyı göze aldı. Hicrete izin verilmesinden sonra, ilk defa Habeşistan’a yapılan kafilede bulundu. Yine ikinci kez Habeşistan’a gönderilen topluluğun içinde yer aldı. Böylece Habeşistan’a yapılan iki hicrette de bulundu. Bir süre burada kaldıktan sonra Mekke’ye geri döndü. Daha sonra ailesi ile birlikte Medine’ye hicret etti. Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz, hicret olayından sonra Mekkeli muhacirlerle Medineli ensar arasında kardeşlik bağını kurmuştu. Abdullah ile Medineli Asım bin Sabit arasında kardeşlik bağını tesis etti
Abdullah, Hicret’ten yaklaşık bir buçuk yıl sonra gerçekleşen Nahle Seriyyesi’ne komutan olarak tayin edildi. Peygamber Efendimiz (asm) kendisini komutan olarak atadıktan sonra, iki gün geçmeden açılmayacak olan bir mektubu kendisine verdi. Yola çıkarılan sahabeye, Nahle’ye gidip Kureyşlilerin hareketlerini izleme emri verildi. Bunlar da topladıkları bilgileri Medine’ye, yani Peygamber Efendimize ulaştıracaklardı.
Nahle’ye varan Abdullah’ın komutasındaki birlik, burada Mekkelilere ait bir kervanla karşılaştı. Kervan ele geçirilirken, kervanbaşı olan Amr bin Hadrami de çatışma esnasında öldürüldü. Abdullah, ganimet malı olarak ele geçirdikleri malının beşte birini ayırdıktan sonra geriye kalanını orada bulunan sahabelere taksim etti. Halbuki, ganimet malının nasıl paylaştırılacağına dair âyet nazil olmamıştı. Daha sonra nazil olan Enfal Sûresi’nin kırk birinci âyeti aynı hükmü (… ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir) emretti.
Recep ayında gerçekleşen bu olay, Mekkeliler tarafından eleştiri konusu yapıldı. Müşrikler, Peygamber Efendimizin haram aylarda savaşı helâl ettiğini etrafa yaymaya başladılar. Ancak, Peygamber Efendimiz Abdullah’a böyle bir emir vermediği gibi, sadece gözetleme göreviyle birliği yola çıkarmıştı. Dolayısıyla gerçekleşen bu olayı kendisi de tasvip etmedi. Peygamber Efendimize verilmek üzere ayrılan ganimet malını da almadı. Durumdan rahatsızlık duyan Peygamber Efendimiz ve ashabını nazil olan Kur’ân-ı Kerim’in Bakara Sûresinin iki yüz on yedinci âyeti rahatlattı. Çünkü insanları Allah yolunda ibadet etmekten alıkoymanın, haram aylarda savaşmaktan daha kötü olduğuna vurgu yapılmakta;
“Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar” (Bakara 217) diye buyrulmaktaydı.
Genç yaşta Müslüman olan Abdullah, Bedir ve Uhud Savaşlarına katıldı ve büyük kahramanlıklar gösterdi. Özellikle Uhud Savaşı sırasında çok büyük gayret gösterdi. Savaş sırasında Sa’d bin Ebi Vakkas ile aralarında çok ilgi çekici bir konuşma cereyan etti. Sa’d’a, “önce sen duâ et, ben duâna amin diyeyim. Sonra ben duâ edeyim, sen duâma amin de” dedi. Önce duâ eden Sa’d; “Allahım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak, geri döneyim,” deyince, Abdullah “amin” dedi. Abdullah ise; “Allahım, bana zorlu kâfirler gönder, kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda bir tanesi de beni şehîd etsin,” şeklinde duâ edince, Sa’d istemeye istemeye “amin” dedi. Neticede her ikisinin de duâsı kabul olundu. Sa’ad gazi olup dönerken, Abdullah Uhud Savaşı’nın şehitleri arasına dahil oldu.
Uhud Savaşı’nda şehit olan Abdullah’ın cansız bedenine bile çirkin muamelede bulunan müşrikler burun ve kulaklarını kestiler. Savaş sonunda Peygamber Efendimiz, O’nu amcası Hazreti Hamza (ra) ile birlikte aynı kabre koyup defnetti (624). Hazreti Hamza aynı zamanda Abdullah’ın da dayısı idi. Böylece dayı ve yeğen aynı savaşta şehit olmakta ve birlikte ebedî âleme uğurlanmaktaydı.
Risâle-i Nur’da, Abdullah’ın ismi, Peygamber Efendimizin Uhud Savaşı’nda vuku bulan mucizeleri zikredilirken geçmektedir. Uhud Savaşı’nın en şiddetli anlarında Peygamber Efendimizin halasının oğlu olan Abdullah’ın kılıcı kırıldı. Peygamber Efendimiz O’na bir değnek vererek savaşı sürdürmesini söyledi. “O değnek onun elinde bir kılıç oldu; onunla harb etti. O eser-i mucize olan kılıç bâki kaldı. Meşhur İbnü Seyyidi’n-Nâs, siyerinde haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullah’ın o kılıcı Buğa-yı Türkî namında bir adama iki yüz liraya satıldı.”