Müzikte 20. Yüzyıl

Müzik Türleri
20. yüzyıla gelindiğinde müziğe de, orkestralarına da birşeyler olmaya başlıyordu. İnsanların oturarak dinlediği müzikler bir anda hareketlenmeye, alışılagelmiş enstürmanların yerini bangır bangır ses...
EMOJİLE

20. yüzyıla gelindiğinde müziğe de, orkestralarına da birşeyler olmaya başlıyordu. İnsanların oturarak dinlediği müzikler bir anda hareketlenmeye, alışılagelmiş enstürmanların yerini bangır bangır ses çıkaran yeni aletler, hatta araba kornaları, tencere tavalar, rüzgar sesleri gibi efekt sesleri almaya başlıyordu. Bu dönemde klasik batı müziği, Avrupa merkezinden çıkıyor ve Amerikan hakimiyeti altına giriyordu. Gerçekten, bu yıllara kadar müzik çevrelerinde pek görülmeyen ABD, yerine oturur oturmaz müziğe de zıplamış ve 20. yüzyıl müziğinin oluşumunu sağlamıştır. Ben de burada 20.yüzyıl’da Amerikan klasik batı müziğinin gelişimini irdelemeye çalışacağım. Bu, Andrew Lloyd Webber, Pierre Boulez gibi Avrupalı 20.yüzyılcılara haksızlık olacak ama kusura bakmasınlar artık.

Almanların müziğin her alanındaki hakimiyeti 1.Dünya Savaşı’na kadar sürmüştü. Ancak bu yıllarda Alman politik yaşamından halk yaşamına sıçrayan nasyonal sosyalist zihniyet müziği de bir anda budadı ve yok etme noktasına getirdi. O yıllarda mzüik eğitiminin kalbi Paris’te atıyordu ancak ABD’de kalıp eğitimini kendi ülkesinde devam ettirmek isteyenler büyük başarılara imza atmaya başlamışlardı.

Amerikalılar, Avrupalı klasik batı müziğinin etkisinden kurtulmaya uzun zamanlardan beri çabalamışlar, adım adım kendi folk tınılarını yakalamaya başlamışlardı ve country’nin benzersiz müzikal yapısından da yararlanarak yeni bir müzik tarzı geliştirdiler. Bu müziğe ise jazz adı verildi. Scott Joplin’in ragtime kuşağında ilk temelleri atılan ve blues’la gelişen müzik türü 1.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru jazz adı altında kendini buldu. New Orleans’tan çıkan bu müzik kuzeye doğru yayıldı ve gece klüpleri tarafından oldukça desteklendi. Jazz sanatçılarının virtüöz ve emprovize özellikleri Amerikalılar kadar Avrupalıları da etkiledi. Ünlü besteci-trompetçi Louis "Satchmo" Armstrong ve besteci-orkestra şefi Edward "Duke" Ellington tüm dünyaca tanınan birer abide haline geldiler. Jazz’ın böylesine popülerleşmesi, George Gershwin’in jazz ve klasik batı müziği tanıştırmasına yol açtı. Gershwin’in Rhapsody in Blue(1924) ve An American in Paris(1928) adlı eserleri konser salonlarını hınca hınç doldururken, Porgy and Bess(1935) adlı operası Broadway’in gelmiş geçmiş en beğenilen oyunlarından birisi olmuştur. Buna benzer bir popülariteyi yakalayan bir başka isim ise Charles Ives’dir.

Bazı 20.yüzyıl Amerikan bestecileri eşi benzeri olmayan tarzlara kaymışlardır. Diğerleri ise 1930’larda ABD’ye akın akın gelen Arnold Schoenberg, Igor Stravinsky gibi sanatçıların etkisinde Avrupa tarzına yakın kalmışlardır. Ancak, Amerikan müziği kendi içindeki geniş formu ve sesleriyle her zaman kendi karakteristiğine sahip olmayı bilmiştir. Ives gibi Amerikan müziğini deneysel yaklaşımlarla ele alan besteciler içerisinde Walter Piston, Virgil Thomson, Samuel Barber, Roger Sessions, Roy Harris, William Schuman, Aaron Copland ve Elliott Carter’ın isimlerini görürüz. Önemli deneyci besteciler listesi ise mutlaka Edgar Varese, Carl Ruggles, John J. Becker, Henry Cowell, John Cage, Milton Babbitt, Frank Zappa, George Crumb ve Charles Wuorinen adlarını da içermelidir. Daha elektronik tarzlara kayan isimler arasında ise John Harbison, Jacob Druckman, Otto Luening, Bülent Arel, Gordon Mumma, Morton Subotnick ve Vladimir Ussachevsky ilk gözümüze çarpan isimler olur.