Abdullah Yıldız’ın Yeniakit gazetesindeki yazısı…
Cumartesi günü sevgili Hasan Aycın ve Adem Özköse kardeşimle birlikte Konya Kitap Fuarı‘nda idik… İmza ve söyleşi öncesinde Hasan Aycın‘la daldığımız sohbetin tadına doyamadık. Bir kısmına Müşahedât isimli eserinde yer verdiği yaşanmışlıkları dinlerken, göz pınarlarımıza hâkim olamadık…
Çizgi üstadı olduğu kadar sohbet üstadı da olan Aycın kardeşim, şahsım için imzalamak lütfunda bulunduğu “Müşâhedât”ında (s. 16) Kur’ân öğretiminin yasak olduğu zorlu yıllarda dedesinin, iki amcasına Kur’ân-ı Kerim’i nasıl öğrettiğini onun ağzından şöyle aktarıyor:
“Kolay olmadı… Zor günlerdi… Tarlaya giderken Mushafları heybeye koyup, onları iki yanımda yürüterek ezberlerini dinliyordum. Etrafta çalışanlar bizim konuştuğumuzu sanıyorlardı…
Tarlada ben çift sürerken onlar, biri üst, diğeri alt sınırda pürüzlerin içinde ezber yapıyorlardı. Yemek zamanı ağaç altına oturduğumuzda onları dinlerken bir yandan ekmeğimi yiyordum. Etrafta olanlar bizim yemek yediğimizi sanıyorlardı. Sonra ellerine birer somun ekmek verip, akşama kadar ezberleyecekleri dersi çalışmaları için yerlerine gönderiyordum… Dedekıran yollarının, Emire tarlalarının dili olsa da anlatsa o günlerimizi… Böyle böyle Kur’ân’ı hıfzettiler…”
Aynı zor yıllarda benzer bir yaşanmışlığı da kalem ve kelam ustası Dursunali Taşçı hocam “Referansım Allah’tır” isimli kitabında (s. 23-27), babasının ağzından şöyle aktarıyor:
“Sekiz-on yaşlarındaydım. Rahmetli babam ve annemin kararlarıyla hafızlığa başladım. Hocam Kantar Hafız beni okutmaya başladı; tarlada, değirmenlerde, ağaç tepelerinde!… O zamanlar Kur’ân okumak, bulundurmak yasaktı. Köyümüzün camisinin önündeki meydanda Kur’ân’ın yere atıldığına ve üstüne basıldığına çocukluk gözyaşlarımla şahidim. Hâlâ rüyalarıma girer o olay…
… Biz bir gün tarlaya gidiyor, orada dersimizi alıyor; bir gün de kızılağaç tepesinde ezberimizi hocamıza okuyorduk. (Bizim yörede kızılağaca kara üzüm asması verilir…) Üzüm mevsimi, üzüm toplama bahanesiyle ağaca çıkıyor ve orada Kur’ân okuyorduk; kimse görmesin, şüphelenmesin diye… Yerin kulağı var… Kimi zaman da değirmene ya da mezarlığa gidiyor ve daha önce koparıp göğsümüze sakladığımız Kur’ân sayfalarını oralarda okuyarak dersimizi alıyorduk…”
Hafızlığını böyle nice zorluklarla bitirir Dursunali Taşçı‘nın babası…
Babasının hocası Kantar Hafız‘ın Arapça ezan okuduğu için başına gelenler; bir bacağı sakat olmasına rağmen, kış günü ayağında takunya ile jandarmalar tarafından ite kaka götürülüşü, talebelerinin onun arkasından ağlayışları… Bütün bunları yine babasının ağzından anlatıyor Taşçı…
O zor yıllarda ülkemizin farklı yörelerinde yaşanan bu acı tecrübelerin benzerlerini birçok kişinin kaleminden okuyanlarınız veya bizzat yaşayanların ağzından dinleyenleriniz, eminim çoktur; ahırlarda, samanlıklarda, dağlarda, tren katarlarında gizli saklı Kur’ân öğrenen, öğreten nice kahramanlar…
Peki, bunları niçin hatırlatıyorum?!… Bu acı tecrübelerin daha beterlerini bu millete yeniden yaşatmak amacıyla işbirliği yapan küresel ve yerel şer güçlere fırsat vermemek için ortak bir duruş sergilememiz gereken çok önemli ve belirleyici karar günlerinden geçiyoruz da ondan…
Aman dikkat! Detaylar veya tepkisellikler bizi, bu özden ve esastan kopuk tavırlara yöneltmemeli…