Yusuf Çoban: Hayata Sondan Başlamak

Yazarlar
Şöyle tam da “kendine göre” biriydi düşündüğü, niyet ettiği. Kendine göre; yani ahlakı güzel olsundu, ibadetlerini de yapsındı, iyilik etmeyi de sevsindi de… Ya kendisi ona göre olur muydu o zam...
EMOJİLE

Şöyle tam da “kendine göre” biriydi düşündüğü, niyet ettiği. Kendine göre; yani ahlakı güzel olsundu, ibadetlerini de yapsındı, iyilik etmeyi de sevsindi de… Ya kendisi ona göre olur muydu o zaman? Hani yakın geçmişine şöyle bir bakıyordu da… Kendini ıssız-sessiz çölde serabını arayan bir sürgün gibi hissettiği oluyordu.

Artık kurtulmak istediği bu dehşet saçan çölden kurtuluşunda kendisine eşlik edecek, hayatına arkadaş olacak bir “münasib kişi” idi umduğu, hayatının dönüm noktasında.

Kolay mıydı ama, kolay mıydı?..

Şu yaşına kadar başına çarpan taşları gül sanmış, tüm acılarına rağmen, zararını göre göre ‘işte kurtuluşum’ dediği şeylerin zehir olduğunu anlamadığı/anlamak istemediği bu ızdırablardan, kendisi gibi nicesine daha ‘ikram etmiş’, onların da kendilerini yitirmelerine sebep olmuştu, bir karanlık labirentin imkansız hayallerinde. Şimdi bunların da amansız hesaplaşması deviniyordu derununda. Aman ya Rabbi, neler yaşanıyordu şu küçücük dünyada, bu kısacık hayatta!

Sonra sonra bir ok saplanmışçasına yüreğine, bir ateş düşmüşçesine içine, tutuşmaya başlamıştı benliği, hayatının bir tarafından. Ve elbette bu okun fırlatıldığı bir yer vardı. Yine bu ateşin acıtan yakıcılığı yanında ısıtan bir sıcaklığı, ışıtan bir nuru vardı. Bu NURU ararken neler görmüş, yaşamıştı. Hem nasıl…

 

Kolay  mıydı ama?..

Beş kardeşin ortancası olarak yaşadığı evde  kol gezen fakirliğin katlanılır bir tarafı vardı da, ya bu fakirliğe sebep bir babanın, üstüne bir de bu fakirliği acı hale getiren zulümleri… Oysa çevresinde fakiriyle zenginiyle ne huzurlu aileler görürdü de, babasının kardeşlerine ve annesine ettiklerine karşı içten içe yükselen isyanını bastırmakta çektikleri, yaşadıklarından daha çok zorlardı ruhunu.

Bir gün annesinin, başından aldığı darbe sonucu hastanelik olmasıyla isyanı artık dışa taşacak noktaya gelmişti. N’apacaktı, ne’ydecekti bilmiyordu; lakin yapacaktı işte. Ne ki hele bir çıksın da, diye annesinin  eve dönüşüne kurduğu isyan saatinin, bir daha hiç dönmeyecek olmasının anlaşılmasıyla zembereği boşalırken, kahredici sessizlik pençelerini, ruhunun derinliklerine saplıyordu. Annesinin cenazesine kadar hiç konuşmamış, beden toprağa verildiğinde aşikar olan yakıcı gerçekle, dışa vuramadığı isyanı kendi içine doğru patlamıştı…

Cenazenin başında attığı tek çığlıktan başka duyurabildiği hiçbir varlık emaresi gösterememiş, sonrasında ise ne olduğunu anlayamadan gözlerini bir hastane odasında açmıştı. Bunu anladığında süzülmüştü annesine dair ilk ve son hüzün damlası gözünden. Anlamıştı nihayet, artık annesi yoktu! Oysa yaşadığı bütün o zorlukları, çektiği acıları, ızdırapları… hepsini, hepsini sırf annesinin tüm çilesine rağmen gösterdiği dirayeti ve metanetiyle katlanılabilir görüyordu. O, dirayet abidesi, muhterem şahsiyetti gözünde ve yegane sığınağıydı, güç kaynağıydı. Şimdi ise yoktu, bundan sonra da olmayacaktı. Peki o bunu nasıl taşıyacaktı? Ya kardeşleri?.. Onların düşüncesi de bir başka sarstı ruhunu. Sonra…

Daha fazla taşıyamamıştı yılgın bünyesi, zihnini kavuran düşüncelerini… Geçirdiği baygınlık, aynı zamanda uzun bir tedavi sürecinin de başlangıcı oldu. Hastaneden çıktığında ise, iyice zayıf düşmüş bedeninin ve çöken ruhunun dehlizlerinde kayıplara karışmıştı. Kendisi gibi kayıplara karışmış kardeşlerini bulmaya dair hiçbir fikri de, gücü de yoktu.

Artık annesiz babasız büyük boşluktaydı. Boşluğa düşenler için gerilmiş şerli bir ağ, düşüş yönünde açılmış, onun, çoğu parçalara ayrılmış mevcudiyetine ve maneviyatına doğru uzanıyordu.

(…)

Şimdi ise, devamındaki safahatını hatırlamayı bir haya sebebi saydığı hayatının, bundan sonraki kısmı için boşluklar ve belirsizlikler değil, istikbale dair umutlar ve planlar vardı düşüncelerinde.

Umuyordu ki hayatının kalan kısmını ikame edeceği bir yoldaş edinebilsindi. Bölüşeceği ekmeğini kazanıp getirdiği evinde, bir de aynı davanın fedakar havası essin idi. Ondan isteyeceği ise, kendileri için cennet sebebi olacak çocuklar yetiştirmesi olacaktı…

 

Zihnindeki şu düşüncelerin yankısını kendisinde  bulduğunu düşündüğü şahısla tanışmasını takip eden günlerde düşüncelere dalmış, kimileyin tereddüde düşmekten kendini alamamıştı. Bu kadar uyum, bu denli örtüşen iki dünya ve bu kadar anlayışlı biri..! -Hani o da kimsesizliğin içinden çıkıp gelmişti ya… Belki ondandır, diyordu, bütün şu duygular, benzerlikler ve haller için.- Tüm bunların yanı sıra, asıl anlatması gerektiği halde anlatamadıkları… En çok da onlar korkutuyordu ya! Bir masal ya da gayet uyumlu bir hikaye gibi görünen şu bulunmaz nimeti, acaba onlar alıp götürür müydü?

Düşündü… Bir daha düşündü… Oturdu, kalktı, istiharesiyle “asıl mercii”ne danıştı, hacete durdu. Nihayet sırdaş bildiğiyle son dönemeçten evvel istişaresini yaptı, karmakarışık zihinle. Sonra duruldu, duruldu… Ve kararını verdi, nihai bir rahatlıkla.

Artık son buluşmalarıydı. Karar için bir araya geleceklerdi…

Hepi topu iki kez görüşmüşlerdi. (İkisinde de yanlarında, makul bir mesafede, ayrı oturan bir de arkadaşı vardı ki, bunu da nedense ayrıca dikkate değer bulmuştu.)  Bu mahrumiyet içinde şu terbiye, haya ve bu hassasiyet -bu edebi nasıl elde etmişti, en çok merak ettiği de buydu- şaşırmasının yanı sıra hoşuna da gidiyordu elbet. İstediği buydu zira.

Bu sefer arkadaşı daha bir yakınlarında duruyordu, hatta onları rahatça duyabileceği bir mesafede oturmuştu. Bu durumu garipsediğini fark edince, bunu kendisinin istediğini söyledi karşısındaki. Bu kez farklı şeylerin konuşulacağını anladı o an. Olsundu, zaten kendisi de aynı şeyi yapmayacak mıydı? -Yoksa, yine de anlayamadığı şeyler de var mıydı?-

Her şey, bir hamlede tamamlanmak için fazla beklemeden konuşulmayı bekliyordu adeta! Bu sefer karşısındakinin yüzüne daha dikkatli bakıyor, sanki gözlerini okuyordu cevabını hazırlamak için. O da bakışlarını çekmiyor, aksine, bulutlanan, bazen nemlenen, nemi yaşa dönüşen gözlerindeki bir takiple, buluşmanın nihayetinde olacakları ihsas ettirircesine, karşısındakinin peşindeydi. Şu halleriyle, anlatılanları çoktan aşmış, sanki başka bir boyuta geçmişlerdi. İşte şimdi hissiyatının derinliklerinde kulaç atarken kalbi çırpınıyor, tansiyonu inip çıkar gibi oluyor, bazen titrediğini hissediyor ve bu durumun karşısındakinde daha yoğun yaşandığını pek ala anlayabiliyordu.

Ve nihayet, konuşmasının bir yerinde durdu, bu kadarı yeter, der gibi. Sonra o vakte kadar dikkatle gizlediği kolunun üzerinden gömleğini sıyırdı ve işte, anlattıklarımın hülasası budur, dercesine gösterdi. Dahası var, dedi sonra tüm kazancını yitirmeye hazır bir bezirganın titrek sesi ve hüzünlü bakışıyla, ömrünün bir zamanına kadar bedenine zerkettiği uyuşturuculardan kalan izleri gösterirken, kullandığı alkolü, çirkin birliktelikleri anlatıp, saplandığı haramlara geçerken… karşısındakinin kendisini dinlemediğini fark etti. Evet, dinlemiyordu. Zira o da kendisinin anlattığı hayatın dehlizlerinin bir köşesinde, kendi hatıralarından bazı parçalarla takılmış kalmış, bu parçaların peşinden giderken bir yerde kaybolmuş, yalnızca aşina bir serüveni, en üst yoğunlukta bir duygu haliyle hissediyordu. Nasılsa o da fark etmişti ki, bu buluşma başka bir buluşma idi. Yine hissediyordu ki, bildiklerinden ve anladıklarından farklı şeyler vardı.

Bir his kadar uzun bu anlık durgunluğundan zor da olsa sıyrılıp son söyleyeceklerine hazırlanırken, karşıdan kendine doğru uzanan bir sus işaretiyle hafif sendeler gibi oldu. Sükutuna uzanan sesi duydu sonra. Bu sefer farklı bir renk vardı aynı seste. Ses aynıydı; fakat işin hissiyatını ele veren tonlar ve ahengi içindeki çırpınışlar, daha başta ihsas ettiriyordu, bu buluşma hiç ummadığı bir neticeye gebeydi! Ama neye?

Devamında anlatılanlar ise onu çocukluk yıllarında yattığı hastanede olduğu gibi çaresizlik haletine bürüdü. Olduğu yerde bir heykel kesilmişti adeta. Ama anlatılanları duyan, pekala anlayan ve işte tam da bu yüzden taş kesiliveren…

Artık anlamıyordu, öz kulaklarıyla duyuyordu. Şimdi tam anlamıyla fark etmişti ki, bu iki kişinin buluşması, uyum ve anlayışları, durumlarının örtüşmesi bir tesadüf değilmiş. Hayatları bu denli benzeşen, “nurlanmadan” evvel de neredeyse aynı safhalardan geçen bu iki yaşantı…

“Ben de sana cehaletimin lekelerini göstermiyorsam, senin gibi kolumu açamayacağımdandır” deyip sözün son kısmına geldi ve “senin de bana sorduğun gibi, beni böyle kabul ediyor musun?”

Aralarındaki tarifsiz yoğunluktaki hissiyatın elle dokunulur hale geldiği şu anda, eski alışkanlıkların sevkiyle belki birbirlerine sarılacak kadar olmuşlardı ki, yanlarında birinin daha olduğunu tam bu esnada, derin bir iç çekiş ve hafif sarsıntılı ağlamalarından anladılar.

Neden sonra, bu buluşmalara sürekli beraber geldiği arkadaşı kulağına bir süre bazı şeyleri fısıldayınca, şaşkınlıktan açılan ağzını, farkına varmadan çıkan çığlığını da bastırmak için eliyle gayri ihtiyari kapatırken, artık gözyaşları sel olmuş, hıçkırıklar sarsıntılarla birbirine karışmıştı, iki bünyede tek beden kesilen şu iki kader arkadaşında.

O ise vaziyeti bu taraftan garip bir hayal bulanıklığında şaşkın-melül seyrederken, ikisinin, sanki şok edici bir sırrın sarsıntısıyla birbirlerine gayri ihtiyari sarılmaları, duygularını ileri derecede bir meraka  çevirdi. Üstüne, akabinde bir de gelip ikisi birden yanına oturunca…

Hiçbiri için beklemeye mecal, söze mahal kalmamıştı. Sanki her biri, tek nefeslik kurşunlarını, bir anın içinde ve o demin sonsuzluğunda birbirlerinin mazilerine boşaltacak kıvamda dayanılmaz bir heyecanın doruğundaydı.  Sonsuzluk kadar geniş bir ‘an’ın içinde anlatıla veren mazilerinin, dikenli çalılı bahçesinden çıkıp gelmiş sarsıntılı, beklenmedik hatıraların ağırlığı ve yılların hasretiyle biri diğerine bakan ve bu hiç beklemedikleri nimeti kendilerine sunana namütenahi şükran ve minnet hisleriyle dolup taşarken, sonunda dayanamayıp bağırlarına atılarak birbirlerine sarılan, ellerini tutan, öpen, koklayan bir kız bir erkek şu iki kader ve hayat paydaşı, biri diğerinin senelerdir özlem kokusuyla kavrulan ve şu kadar zamandır birbirlerini arayan kardeşler idi! Bu gerçek, üçüncü kez yaşanan buluşmalarında şu ana kadar anlatılanlarla, şüpheye ihtimal bırakmayacak şekilde aşikar olmuştu. Ve hele ki bulmuşlardı birbirlerini, kavuşmuşlardı.

Her arayan bulamazdı; ama bulanlar da sadece arayanlardı. İşte, nihayetinde tüm gücü ve arzusuyla aradığı, istikbaline istikamet çizecek iki kadın, hayatının en önemli dönüm noktası olarak kaderine dahil olmuştu. Şimdi hayata bulundukları “son nokta”dan başlama zamanıydı. Onlar da öyle yapacaklardı; hayatlarına sondan başlayacaklardı.