Erol Erdoğan boldhaber.com’daki yazısında bir okuldaki konferansını ve gençleri anlatıyor…
Müdür Bey “Erol Hocam, hangi sınıflara konuşmak istersiniz, salona hangi sınıfları davet edelim?” diye sordu. “Size göre okulun en yaramaz sınıfları hangileriyse onları davet edebiliriz.” diye cevap verdim. “Emin misiniz?” diye sordu. “Elbette” dedim. “Bakın, bunu siz istediniz.” dedi ve gülümseyerek yüzüme baktı. Ciddiyetimi son defa yeniden ölçmek ister gibiydi. Sonra “Tamam” diyerek kapıdan çıktı. Birkaç dakika sonra odasına döndü.“Hocam, beş dakika sonra salona inebiliriz. Öğrenciler salona geçiyorlar.” dedi.
Daha önceden, seminere hangi sınıfların katılacağı belirlenmiş olmalıydı. Bunun yapılmamış olması bir aksamaydı ama bana da tercih imkânı sağlamıştı. “Yaramaz”ifadesi, Müdür Beyle yaptığımız sohbette onun kullandığı bir kelimeydi. Benim tercih etmediğim bir kelimedir bu.
Okulun konferans salonuna indiğimizde yüzden fazla gencin bizi beklediğini gördük. Müdür Bey kısa bir takdim konuşması yaparak semineri açtı. Konuşmasındaki cümlelerden biri şöyleydi: “Sevgili gençler. Bu seminere sizin davet edilmeniz hocamızın seçimi. Hocamız, seminere erkek öğrencilerin gelmesini arzu etti.” dedi. Anladım ki, Müdür Beyin zihninde, yaramaz kelimesi daha çok erkek öğrencilerle ilişkiliydi.
Kırk dakikalık bir seminer planlamıştım. Seminerimde 9 tane soru vardı. Soruların cevaplarını salonda bulunan liseli genç dostlarımla bulacaktık. İlk dört sorunun cevabı kolaydı. Şöyle yapıyorduk. Ben soruyu soruyorum, soru biter bitmez, salondaki herkes yüksek sesle tek kelimelik cevabı veriyordu. Sonraki dört soru ilk dörde göre zordu. Onların cevaplarını daha çok birebir diyaloglarla buluyorduk. Son soru ise ilk sekiz sorunun temel cevabı idi. O da tek kelimelik bir cevaptı. O tek kelime üzerinde de yaklaşık beş dakika konuştuktan sonra seminerin sonuna geliyorduk.
O gün de öyle yaptık. Salondaki her öğrenci sürece katıldı; bir kaç öğrenci sahneye çıktı, yarısından fazlası yerinden oturarak konuştu, bir o kadarı da ayağa kalkarak yine olduğu yerden konuştu. Sesini duyurmayan hiç kimse kalmamıştı. Hatta beş-altı öğrenci daha fazla konuşabilmişti. Son yıllardaki en güzel ve verimli seminerlerimden birini gerçekleştirmiştim.
Semineri “Sevgili gençler. Müdür Beye, okulun en neşeli, en hareketli, en avuca sığmaz öğrencilerine konuşmak isterim demiştim. Okul müdürümüz sizin sınıfları seçmiş. Hem ona, hem size teşekkür ederim. Hem müdürümüzü, hem sizi hem de öğretmenlerimizi alkışlıyorum.” şeklinde konuşarak bitirdim.
Seminerden sonra kahvemizi içerken Müdür Bey şöyle diyordu: “Oldu be hocam. Güzel oldu. Bu çocukları ilk defa böyle gördüm.”
Çocuk ve gençteki hareketlilik, üretime hazır bir enerjiyi bize haber verir. O hareketliliği ‘yaramazlık’ olarak tanımlarsak, önüne barajlar kurarız. Ki, hiçbir baraj o genç enerjiyi sağlıklı şekilde durduramaz. Genç ya önündeki engeli yıkar geçer veya baraja razı olarak kendinden vazgeçer. Bu ise yeteneklerin zayii demektir. Çocuk ve gencin hareketliliğini ‘yaramazlık’ olarak değil ‘dinamizm’ veya ‘enerji’ olarak tanımlayarak yollar açarsak, o müthiş enerji verimliliğe dönüşür.
Necip Fazıl Kısakürek meşhur Sakarya Türküsünde “İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya.” diyor. Bu mısra, bir yönüyle, insanın fıtratını tarif ediyor; insan su gibidir; her ırmağın farklı debisi, akışı, kaynağı, sertliği-yumuşaklığı vardır. Suyun akışını kavrar, özelliğine göre davranırsak nimet; suyun doğallığına ters davranırsak afet olur.