Nevzat Çiçek, Diriliş Postası’ndaki yazısı…
İran, son dönemlerde açılan alan üzerinden birçok başkentin kendi egemenliğine geçtiğinden dem vurarak Bağdat’ı bile kendi başkenti ilan etmekten mutluluk duyduğunu ifade ediyor. Peki, ümmet bağlamında düşündüğünüzde Sana’yı, Bağdat’ı, Şam’ı , Lübnan’ı almak bir medeniyet perspektifi midir? Böyle bir değerlendirmenin İslam milletine ne faydası var?
İran’ın politikası bana göre son dönemlerde Şia üzerinden Fars milliyetçiliğine evrildi, bunu ben söylemiyorum. Şubat ayında ziyaret ettiğim İran’da bir Ayettullah’ın aktarımıdır bu. O Ayettullah, İran ve Şia değerlendirmesini uzun sohbetimizde şöyle özetlemişti:
“Şia, Şah zamanında devrimci bir ruha sahipti ve bu devrimci ruhunu toplumun farklı kesimlerindeki insanlarla bir araya getirmekten çekinmedi ve Şah’ın ülkeyi terk etmesini sağladı. Sonra İran’da İslam İnkılabı Devrimi gerçekleşti ve Humeyni’nin şahsında Şia, bir taraftan devrimci diğer taraftan ise devletçi oldu. Humeyni’nin vefatından sonra ise İran Şia’sı tamamıyla Fars milliyetçiliğine büründü ve bugün Şia ve Fars milliyetçiliği kol kola girmiş İslam dünyasını şekillendirmeye çalışıyor” demişti. Bu sözleri bir Ayettullah’tan duymak benim için çok şaşırtıcı olsa da gerçek buydu.
Bugün Şia’nın Fars milliyetçiliği ile kol kola girdiğinin en tipik örneğini geçen günlerde ‘Büyük İranlı Kimliği Konferansı’nda konuşan İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Yunusi yaptı. Yunusi, ‘Bağdat bizim başkentimizdir’ diyerek İran kültür coğrafyasının Çin sınırından Hint alt kıtasına, Kuzey Kafkasya’dan Basra Körfezi’ne ulaşan coğrafyayı kapsadığını savundu.
İranlı yetkililer yakın zamanda Sana’yı, Beyrut, Şam ve Bağdat’tan sonra İran’ın ele geçirdiği 4. başkent olduğunun altını çizerek 5 başkente sahip olduklarını deklare etmekten çekinmediler. “Bu başkentler ne adına ele geçiriliyor?” sorusunun cevabı açık ve nettir; Şia ve Fars milliyetçiliğinin yayılması…
Bahreyn’de azınlık olan Sünnilerin Şia’yı yöneterek onlara zulmettiğini iddia eden İran’ın aynı azınlık psikolojisi ile gerek Şam ve gerekse de Sana’da yaptıklarını meşrulaştırmaları iki yüzlü bir politikadır.
İslam coğrafyasında “İslam’a Karşı İslam” projesini yürüten Batı, özellikle dört ayaklı bir mekanizma üzerinden İslam dünyasının savaşmasını ve sonunda seküler-protestan bir İslam’ın kabul edilmesini istiyor.
İslam coğrafyalarını kana bulayan, İslam milletinin oluşumunu engelleyen bu sac ayakları; “Mezhebe karşı mezhep-Coğrafyaya karşı coğrafya-Ilımlı İslam’a karşı radikal İslam ve ırka karşı ırk”tır. İran, ne yazık ki Batı’nın bu sac ayakları üzerinden İslam coğrafyasını dizayn etme sürecinde kendisine açılan alan üzerinden ümmet birlikteliğini düşünmeden her yeri kontrol altına almaya çalışıyor. Bu kontrol altına almanın aslında kendisini uzun vadede kuşatmak olduğunun farkında değil; ama bu gidiş gerek İslam dünyasının gerekse de İran’ın daha seküler bir toplum haline dönüşmesi demektir. İran’ın bunu görüp mevcut politikalarını tekrar gözden geçirmesi ve özellikle de bölge ülkeleri ile yeni iş birliklerini geliştirmesi gerekiyor.
Türkiye, uluslar arası alanda İran sıkıştığında, onun yanında saf tuttuğunda “Sünniliği İran’a nasıl kabul ettiririm veya bunu nasıl yayarım” derdinde olmadı, olsaydı buna da yanlış dememiz gerekiyordu. Durum böyleyken Sünni birini Şii yapmak İslam’ı yaymak değildir. Bunun böyle bilinmesi gerekiyor.
Belki İran’ın mentalitesinin değişimi adına Sezai Karakoç’a sorulan bu soru üzerinden İran’ın yaptıklarını tekrar bir gözden geçirmesi ve politikasını ümmetçi yapmasının aciliyetini görmesi gerekiyor: Sezai Karakoç’a sorulur, “Üstad! Suriyeliler, Hatay bizim, diyorlar…” Üstad tebessümle cevap verdi: “Evet, dedi. Hatay Suriyelilerindir. Diyarbakır Suriyelilerindir. Konya Suriyelilerindir, İstanbul Suriyelilerindir. Tıpkı Halep’in, Şam’ın bizim şehirlerimiz olduğu gibi…”