Polis Akademisi Araştırma Görevlisi Ömer Aslan Star gazetesi Açıkgörüş’teki yazısında,müslüman düşünürlerin sorunları tespit edebildiğini ancak bu tesbitin somut önerilerle desteklenmediğini ve sorunun ortada durduğunu söylüyor.
Müslümanlar olarak içinde yaşadığımız toplumun sorunlarını biliyor, bunların tahlilini doğru şekilde yapıyoruz; neo-liberalizm ile demokrasi iç içe geçtiği zaman ortaya çıkan sıkıntıları ve postmodern zamanlar kaynaklı ahlaki ve insani çürümeleri ve sapmaları olması gerektiği gibi tespit ediyoruz. Bu tahlilleri yapan akademisyenlerimiz, düşünürlerimiz, hatta siyasetçilerimizden sıklıkla da şu telkin duyuluyor: “Neye karşı çıktığımız değil, neyi teklif ettiğimiz önemlidir”. Ancak itiraf etmeliyiz ki bunu hiç yapamıyoruz; sorunları tahlil ediyoruz, ama analizi bir sonraki aşama olan somut ve pratik öneri/teklif kısmına taşımıyor, taşımaya uğraşmıyor, belki de taşımaktan çekiniyoruz.
Gelenek nasıl ihya edilir?
5-6 yıl önce yüksek lisans eğitimi için gittiğim Londra’da, garip insan davranışları ve gayr-i ahlaki insan ilişkileri karşısında sıkıntı duymuş, Seyyid Hüseyin Nasr’a “Biz Müslümanlar olarak ne yapmalıyız?” diye email ile sormuştum. Nasr’ın cevabı basitti: “Kendi geleneğimizi ihya etmeliyiz!” Peki ama nasıl? Gelenek tam olarak ne? Ne yaparsam geleneği ihya etmiş olacağım?
Takip edebildiğimiz Müslüman düşünür ve akademisyenlerin Müslümanların karşı karşıya oldukları sorunlara yönelik tahlillerini biz de şöyle tahlil edebiliriz: 1) “Geleneği ihya etmek” ve “Ümmileşme yolculuğuna çıkmak” gibi soyut, muğlak öneriler getiriyorlar ancak bu soyut önerilerin imkanatını, bunların, özellikle ülkemizin ve ülkemiz insanının içinde bulunduğu çok daha üst seviyede ve geniş geniş yapılar dahilinde yapılabilirliklerini tartışmıyorlar. 2) “Yeni bir üniversite kurulması” gibi denenmiş ama fiyasko ile sonuçlanmış somut öneriler var; burada da detaylandırılmış, formüle edilmiş veya başarıya ulaşmış yeni bir somut öneri görünmüyor. 3) Ekseriyetle soyut öneriler getiriliyor olması ve soyut ya da somut önerilerin imkanatının tartışılmıyor olmasının ise iki nedeni olabilir gibi gözüküyor. a) Somut, pratik öneriler bir karşımıza alma, dışlama gerektirdiği için somut önerilerden kaçılıyor, muğlak ifadelerin arkasına sığınılıyor. b) Ya da aradığımız sebep karşımıza alma korkusu değil de, düşünürlerimizin yazılarında ve konuşmalarında bahsettiği, özlediği o ihyanın, teklifin, ‘erdemli toplum’ kurmanın içinde bulunduğumuz şartlarda mümkün olmadığını görmemeleri veya görmeleri ama söylemeyememeleri.
Soyut söylem
Müslümanlar olarak karşı karşıya olduğumuz sosyal ve ahlaki meydan okumaları tahlil eden ve bize bir şekilde reçeteler sunduğunu iddia eden veya sanan yüzlerce yazı yazılıyor, onlarca konuşma yapılıyor. Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi bu neşriyatta önerilen reçetelerin çoğu soyut kalmakta.
Örneğin, ‘Milli Şair’ Mehmet Akif’in “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” dizelerinde geçen “İslamı asrın idrakine söyletmek” cümlesi, 20. ve 21. yüzyıl şartlarında Müslüman olmak ve İslamı yaşamanın çok bilindik bir sloganı olarak anılageldi. Ancak biraz durup düşününce, cümlenin son derece müphem olduğu görülür. Zira, ayrı ayrı ve somut reçete isteyen yüzlerce mevzuu varken, “İslamı asrın idrakine söyletmek” gibi bir formül nasıl yardımcı olabilir? “Kitab-ı Mübin-i asrın idrakine söyletebilmek” için hangi somut politikaları izlemeli, bireysel olarak hangi tavırları takınmalı, davranışları benimsemeliyiz? Bizim neslimizin içinde bulunduğu, asrın sorunlu idraki artık iyice vazıhken, İslamı bu asrın idrakine söyletmek tam olarak ne demektir ve neleri içermektedir? İslamı, Türkiye’de asrın idrakine sahip kaç kişiye söyletsek yeterli olur?
Bu tavır maalesef günümüzde de devam ediyor. Akıl ve Erdem kitabında İbrahim Kalın, Batı aydınlanmasını ve ortaya çıkardığı sorunları, Batı modernitesini ve bugün postmodernizmin ortaya çıkardığı meydan okumaları çok iyi tahlil ediyor. Kalın’a göre, tüm bu meydan okumalara rağmen ülkemizde “siyasi düzenin amacı, insanın aklını ve özgürlüğünü kullanarak erdemli bir hayat yaşamasını sağlamaktır.” (s.95) Bu cümleyi okuyan bir liberalin “siyasi düzenin erdemli hayat yaşanmasını sağlaması mı?!” diye çığlık attığını, bir postmodernistin ise “erdemli hayat mı? Kime göre?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Peki Batıcı elitlerimizin ötesinde çok dayıda insanımızın da vereceği bu tepkilere Kalın’ın vereceği cevap ne olacaktır? Maalesef, Ömer Tuğrul İnançer’in sözlerinden ötürü adeta linç edildiği bir toplumda yaşamıyor gibi davranıyoruz.
İhsan Fazlıoğlu Hoca da, çok basit bir örnekle ifade etmek gerekirse, benzer bir tavır takınıyor. Fazlıoğlu, ferdi ahlakta çözülme olduğu tespitinde bulunuyor ve durumu sıkı bir tahlile girişiyor. Fazlıoğlu’na göre, bu aşınmanın en büyük müsebbibi Hoca’nın, “olan içinden olması gerekeni işaret eden; iletişimin ve bildirişimin asgarî moral zeminini oluşturan” ‘toplumsal kanonik ahlakın’ ortadan kalkmasıdır (“Sonuç ile Süre. Arasında: ‘Gençlik’ Bir Soru mu Bir Yanıt mı?” makalesi). Fazlıoğlu Hoca’nın önerdiği şey ise, “amen-tu dememizi mümkün kılan akl-ı fıtrî ile gaybı makûl hale getirmemizi mümkün kılan nazarı ve tahkîk yapmamızı mümkün kılan istidlâlî aklı birbirine indirgememek, karıştırmamak ve dahî ihmal etmemektir…” Peki bu indirgememe, karıştırmama ve ihmal etmeme nasıl olacaktır? Nerede öğrenilecektir? Bu soruların cevabı yok.
Somut öneriler
Tek tük somut önerilerin başında üniversiteler meselesi geliyor. ‘Yeni bir üniversite’ fikrini ise Katolik filozof/düşünür MacIntyre’ın God, Philosophy and Universities kitabında da bulmak mümkün. Seküler üniversitelerin kainat odaklı bütüncül bir bakış açısından hareket etmediklerini, uzmanlaşma denen şey sayesinde herkesin küçük parçalarla ilgilendiklerini ve bu nedenle külli bilginin ve anlamın parçalandığını savunuyoruz. Ali Allawi, İslam Medeniyetinin Krizi başlıklı kitabında Naguib el-Attas’ın Malezya’da İslami üniversite kurmak ve bilgiyi İslamileştirmek deneyimine engel olanlardan (Batı, siyasiler, halkın ilgisizliği) şikayet ederken, Bedri Gencer de şu cümleleri yazarken benzer davadan hareket ediyorlar: “Anonim bir merci olarak bilgi yetkisi veren üniversitelerin, klasik tarzda otantik, külli ilim anlayışına sahip alim yetiştirmesi mümkün değildir” (s. 807). Ancak ülkemizde bu saiklerle ve büyük umutlarla İstanbul’da kurulan bir vakıf üniversitemiz zaten mevcut. Ancak birkaç sene içerisinde geldiğimiz noktada bu üniversitemizin ‘başka kültürlerin gönüllü acentalığını yaptığı’ söylenen Bilkent ve ODTÜ’den (Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 15 Ağustos) bir farkı kalmış gözükmüyor.
Korkuyor muyuz?
Bilmiyor muyuz?
Burada akla iki sebep geliyor. Birincisi, Müslüman aydınlarımız, düşünürlerimiz seküler çoğulculuk ve özgürlük kavramları ile ‘erdemli toplumun’ yan yana geldiklerinde bir oksimoron olduğunun gayet farkındalar ama seküler çoğulculuk ve özgürlüğe selam vermeden tanımlayacakları, sınır çizen ve dışlayıcı bir ‘erdemli toplumunun’ sıkı bir karşısına alma içerdiğini biliyorlar. Ancak böylesi bir karşımıza almaya gücümüz ve cesaretimiz yok. ‘Farklı bir İslam medeniyetimiz var’, ‘alternatif modernite’ kurmak istiyoruz derken, bunu çoğulculuk kavramına selam vererek yapamayacağımızın farkındayız, hakiki farklı modernitenin neye benzeyeceğini de az çok biliyoruz ama bunun gerektirdiği yüz yüze gelmek, karşısına almak halini kaldıramayacak kadar da liberalleşmiş durumdayız.
Ya da, sebep karşımıza alma korkusu değil; çarklarına gönüllü teslim olduğumuz sistemin bu kadar içindeyken, ihya, erdemli toplum dediğimiz şeyin aslında mümkün olmadığının farkında değiliz. Kapitalist sistem bankalarıyla, reklam şirketleriyle, bu kurumları işleten ve kurumlarda çalışan (eleştirse de çalışmak durumunda olan veya hayatından gayet memnun olan) insanlarıyla, Müslümanlar olarak şikayet ettiğimiz toplum yapısının mikrokozmosu olarak seküler üniversiteleriyle, diktiğimiz AVM’ler, kuleler ve sitelerle, ‘O ses Çocuk’, ‘Bu Tarz Benim’ medyasıyla, tüm bu sistemi/sistemle beraber yürüyen ve sürekli genişleyecek gibi duran haklar-özgürlükler tanımının bekçiliğini yapan Batı’sıyla bu kadar iç içe geçmişken, ihya işini gerçekleştireceklerini umduğumuz Müslümanlar da hızlı bir olumsuz dönüşüm içindeyken, ‘erdemli toplum’ ve ‘geleneği ihya’ laf’ü güzaf kalıyor.
“Hüsnüniyetle çalıştım. Noksanı çoktur, ihtimal ki hatiatı da o nisbettedir.”
Hüseyin Vassaf Efendi’den altıntılayan İsmail Kara (İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz, s. 107).