Yusuf Kaplan ile Kayseri’de “Medeniyet Fikri ve Öncü Kuşak” adlı konferansının ardından ilginç bir söyleşi gerçekleştirdik. Yaptığımız söyleşide yelpazemizi geniş tutmakla beraber esas yoğunlaşmamız toplumumuzun dinamikleri ve bu dinamiklerin aldığı şekil ve bu şeklin geleceğe izdüşümleri etrafında belirdi.
ABD imgesinin Türkiye’de oluşturulması çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu imgenin oluşturulması çabaları ve sonucu bizi nerede konumlandırır?
ABD, dünyada şu an Batı uygarlığının bütün kavramlarını ve kurumlarını üreten en önemli güç. Amerika’yı tarihî ve kültürel derinliği açısından fazla önemsemek gerekmiyor. Batı, Amerika ve Avrupa’nın toplamından oluşuyor. Yani Avrupa şu an tarih dışı; Avrupa’nın bir şekilde tarih dışına çıkması, ister istemez Amerika’nın tarihin önüne geçmesine yol açtı. Şu anda Batı uygarlığını Amerika temsil ediyor. Dolayısıyla ürettikleri kültür Amerikan imgesinin, imajının küreselleşmesine yol açıyor. Ekonomik sermayeye (kültürel sermayeye) büyük ölçüde Amerikalılar sahip olduğu için, kültürü onlar üretiyor ve bütün dünya o kültürü tüketiyor. Bu da sonuçta Amerikan kültürünün hız ve hazza dayalı insanları sığlaştırıcı, özellikle genç kuşakları ayartıcı, kendilerinden uzaklaştırıcı, kendi hayatlarını ve kültürlerini küçük görmelerine veya ıskalamalarına yol açan bir yok oluş süreci oluşturuyor.
Türkiye’deki imge de bunun bir yansıması, Amerika kültüründen bağımsız değil. Fakat tarihindeki iki özelliğinden dolayı; irfanî derinlik (deruni sükûnet) ve kabına sığmazlık gibi iki zıt özellikten ötürü Türkiye üzerinde bir yoğunlaşma var. Bunun sonucu olarak Türkiye’ye diziler üzerinden bir proje uygulanıyor. Bu, Türkiye’nin başa çıkabildiği bir şey değil. Başbakan, geçenlerde “Muhteşem Yüzyıl” dizisi ile ilgili bir laf etti. Muhteşem Yüzyıl tam Amerikan kültürünün Türkiye’yi istila etmesinin bir ürünüdür. Hız ve haz hayatının, baştan çıkarma kültürünün putlaştırılmasının bir ürünüdür.
Bizim asıl yoğunlaşmamız gereken 16. yüzyıldır. 16. yüzyıl üzerinde biz yoğunlaştığımız zaman bugün insanlığın karşı karşıya kaldığı temel siyasi, ekonomik, kültürel, entelektüel ve akidevi sorunları nasıl çözebileceğimizi gösterebilir.
İnsanlık 16. yüzyıla yoğunlaşsın. En son gelişkin çözümü 16. yüzyılda bulabiliriz. Bunun şifreleri var. Farklı kültürlerle yaşamaktan bahsediyoruz. Bu farklı kültürlerle nasıl yaşamışsın, kim yaşamış? En iyi şekilde ötekini yok etmeden, öteki ne ise o olarak var olmasını sağlayarak, hayat hakkı tanıyarak bir düzen kurmuşsun. Bu düzen bir sulh düzeniydi. Yani bu Osmanlı imgesinin silinmesini amaçlıyordu. Zihnimizde, “bu adamlar aşağılık adamlar, Kanuni yataktan çıkmıyor” imajını vermeye çalışıyorlar. Bu iğrenç bir şey ve bütün dünyaya satılıyor. Bu çok ciddi bir projenin ürünüdür. Yani bu diziler meselesiyle, medya, kültür endüstrisi ve müzik endüstrisi üzerinden… Amerikan kültürü bize başka ülkelerden daha fazla nüfuz etti. Mesela Arap dünyasında bu kadar göremezsiniz.
Şu an bize Batıdan geçen kültürü biz de diziler aracılığıyla Arap ülkelerine aktarıyoruz.
Evet, biz de maalesef bu kültürü diziler vasıtasıyla Arap ülkelerine aktarıyoruz. Dün kültür medeniyeti kuran ve koruyan insanlardan bugün yıkan insanlara dönüştük. Kültür medeniyetinin, ideallerin, ruh ve değerlerin nasıl yıkılacağının sanki sözcülüğünü yapıyoruz. Siyasi ve ekonomik olarak Türkiye’nin güçlenmesi bu durumu değiştirmiyor.
Orta ve uzun vadede bu durumun değişmesinde katkıda bulunabilir miyiz? Onu bilmem ama içinde yaşadığımız çağ kültür çağı ve bu kültür çağını şekillendiren Amerika. Kültürde yoksanız, yok olursunuz. Dolayısıyla ekonomik olarak büyümenin çok fazla getireceği bir şey yok. Kısa vadede bazı getirileri olabilir, ama uzun vadede bizim dünyaya bir şey söylememiz lazım. Dünyada insan gibi yaşanabilecek; adaletin, hakkaniyetin, hukukun ve sulhun hâkim olabileceği düzeni biz sunabilecek durumdayız. Bunu bizim zihnimizden almak istiyorlar.
Bu minvalde birazda aydınlar topluluğunun Tanzimat’tan bu yana yapmak istediklerinden bahsedelim isterseniz?
Entelijansyası olmayan bir toplum; yani o toplumun önünü açan o toplumun ruhunu, umudunu ve geleceğini temsil eden bu öncü kuşaklar olmadan bir toplum varlığını sürdüremez. Tarih kitleleri meydana getirmez. Böyle bir şey yok. Tarihin hiçbir döneminde böyle bir şey yok. Meydana gelen olaylar tarihte yaşanılanlar. Durum bundan ibarettir. Kendi hayatını geçindirmek için uğraşan bir adam nasıl tarihi değiştirebilir? Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir adam tarihi değiştirecek dinamikleri nasıl sağlayabilir? Bu ilmi bir yöndür. İnsan araştıracak, bütün medeniyetleri, kültürleri ve felsefeleri öğrenecek, oradan bir Müslüman olarak bizim önümüzü açacak. Bu şekilde insanlara, bize bir medeniyet fikri sunacak bir öncü kuşağa ihtiyacımız var.
Bu öncü kuşak nasıl yetiştirilebilir?
Bunun yolu Türkiye’deki sömürgeci eğitim sistemini, her şeyi Batılı perspektiflerle öğreten, bizim kendi sorunlarımıza ve toplum dinamiklerimize Batılı perspektiflerle bakmamıza yol açan, bizi bizden eden, bizi bizden uzaklaştıran ve bizi bize yabancılaştıran eğitim sistemini terk etmemiz lazım. Bunun yolu eğitimden geçiyor.
Yeni geçtiğimiz eğitim sistemi 4+4+4 ve dershanelerin kapatılması bunun için çözüm müdür?
Bunlar geçici çözümler. Bunlardan uzun vadede çözümler çıkmaz. Bizim oturup adam gibi bir taraftan Arapçayı öğrenen, öbür taraftan Batılıların dili olan İngilizceyi ve klasik dillerini öğrenen adamlara ihtiyacımız var. Başka türlü olmaz. Bunları da kendi kaynaklarından tanıyacak ve aşağılık kompleksine kapılmayacak insanlara ihtiyacımız var. Bizde şöyle bir savunma psikolojisi var; İslam’da aradığımız her şey var. Bu beni ilgilendirmez ki… O var olan şeyi harekete geçirebiliyor muyum? Önemli olan, ben bu var olanları hayata geçirebilir miyim? Rönesans’ı biz kurdurmuşuz, bu beni ilgilendirmez. Biz ne yapmışız, önemli olan bu.
O zaman öncü kuşağın yetişmesi için şunu söyleyebilir miyiz? Mevlana’nın “pergel metaforu”nu uygulayıp, ayağımız kendi özlerimizde sabit, diğer ayağımız Doğuyu ve Batıyı dolaşacak.
Evet, tam olarak öyle… Yani bunun yolu sömürgeci eğitim sistemini terk etmek. Bunun yolu bütün herkesin insanlık tarihinde yaptığı şeyi yapmaktır. Fazla kafa ütülemeye gerek yok. Mevlana’nın pergel metaforu; yani bulunduğun coğrafyaya, kültüre, medeniyete, tarihe sabit ayağını basıyorsun, öbür ayağınla bütün dünyaya uzanıyorsun. Bunun başka yolu yok.
İlk önce kendimize gelmemiz lazım. Kendi kültürümüzü, tarihimizi ve tecrübemizi başkalarının perspektifiyle öğrenemeyiz ve anlayamayız. Bugün yaşadıklarımızdan dolayı milletin kafası karışık ve bu nedenle çocuklarımızı bile kaybediyoruz. Bugünkü eğitim sistemimiz sömürgeleştirici bir eğitim sistemi… Türkiye dünyada sömürgeleştirilemeyen tek ülke… Ama aynı zamanda Türkiye dünyada kendi kendini sömürgeleştiren tek ülke… Böyle bir arıza içerisindeyiz.
Fransız İhtilali’nin getirdiği fikir akımları sonucunda milliyetçilik birçok imparatorluğu darmadağın ederken, günümüzde hâlâ bölünmüşlüğün ve parçalanmanın en büyük sebebi olarak baş gösteriyor. Bu eksende şunu sormak istiyorum; kimileri dini kitlelerin afyonu olarak görürken, kimileri ise dinin bu bölünmüşlüğün bir panzehiri olacağını söylüyor. Hatta Bediüzzaman hazretleri de ‘İhya-yı din ile olur şu millettin ihyası” diye bir tabir kullanıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Dünya Müslümanları kendi kışının en soğuk, en dondurucu anını yaşıyor. Gecenin en zifiri anını yaşıyoruz. Ya gidip duvara toslayacağız, kendimize geleceğiz ya da yok olacağız. Başka alternatifimiz yok. Bunun en önemli göstergesi bugün Ortadoğu’da yaşanıyor. Bahsettiğimiz Balkanların, Kafkasların, Irak’ın, Ürdün’ün ve Suriye’nin sınırlarını biz çizmedik. Ne Osmanlı ne de ondan sonraki Türkiye veya Arapların kendileri bu sınırları çizmedi. İngilizlerin çizdiği sınırlar içerisinde yaşıyoruz. Yani sömürgecilerin çizdikleri sınırlarda yaşıyoruz. Biz onların bıraktıkları sorunlarla boğuşuyoruz. Onların bıraktıkları sorunlar ise ırkçılık, milliyetçilik ve etnikçilik sorunudur. Biz buradan bir yere varamayız.
Bu şu anlama gelmiyor; işte Doğuda insanlara pislik yedirdiler, köyleri darma duman ettiler ve bir sürü zulme maruz kaldı oradaki insanlar. Bunlara sessiz kalınabilir mi? Yani ne olursa olsun sessiz kalamayız. Bunu anlıyoruz ama bizim geleceğimizi kendi elimize almamız açısından bu sorun ikinci plandadır. Bizim sorunumuz etnik devlet ve azınlıkların kendi devletlerini kurması, bağımsızlığına kavuşması sorunu değil. Bizim sorunumuz dünya Müslümanlarının kendi geleceğini kendi eline alması sorunudur.
Yani biz hâlâ bağımsız değiliz. Müslüman devletler bağımsız falan değil. Bizim bağımsızlığımız teritoryal bir bağımsızlık. Sadece o topraklarda yaşıyoruz ama siyasi olarak, ekonomik olarak bağımsız değiliz.
Siz bu eksende, bir köşe yazınızda ülkeyi 350 ailenin yönettiğinden bahsediyorsunuz.
Tabii Türkiye başka bir yer ya… Çok komedi var. Ergenekon operasyonundan bahsediyoruz. Bence Ergenekon operasyonu falan yapılmıyor. Çünkü asıl Ergenekon çetesi TÜSİAD ailesidir. Askerleri, medyayı ve diğer unsurları kışkırtan ve besleyen bunlardır. Başbakan “biz kendi otomobilimizi yapalım” deyince; Koç, “nerden çıktı bu” dedi. Desene “ben yaparım.” Adam destek verecek, daha ne istiyorsun. Adamın resmen montaj endüstrisiyle kurulu bir düzeni var. O düzenin çökmesini istemiyorlar. Çünkü o düzeni kendileri kurdu ve o düzen çökerse altında kendileri kalacak.
Ama bu düzen toplumunun önünü tıkayan bir düzen. Başbakanını astıran, zehirlettiren bir düzen. Erbakan’ı siyasetten uzaklaştıran bir düzen. Erbakan ki Cumhuriyet tarihinin en büyük projesini oluşturmuş bir adam. Erbakan D-8’i geliştirdi. D-8 projesi dünya Müslümanlarının 20. yüzyıl boyunca geliştirdiği en büyük projedir. Bunu ancak biz yapabilirdik./dünyabizim-Bünyamin Gültekin