Yıldıray Oğur, Türkiye gazetesindeki köşesinde Ahmet Altan’a cevap verdi.İşte o yazı…
Son durumumu güncelleyerek başlayayım: Cemaatçilere göre Taraf’taki MİT’çiyim. Cemaatçilerin Ergenekoncu ilan edip hapse attığı Ahmet Şık’a göre ise “cemaat kontenjanından Taraf’a yerleştirilmiş” çete üyesi.
Ayrıca tutuklanmış bir gazeteci olarak gazetecilikten tutuklanmamı istiyor. Galiba Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu üyeleri de onunla aynı fikirde. Haberin altında imzası olan Yasemin Çongar ve Ahmet Altan’ın değil ama. Onlara anti-Erdoğan cephesindeki iyi halleri yüzünden af çıkarmışlar.
300 yılda bir olacak bir denk geliş bana nasip olmuş, cemaat de onlarla aynı fikirde. Ahmet Şık’ı tutuklatan cemaat benim tutuklanmamı istiyor. New York Times’in medya özgürlüğü konusunda çok hassas liberal yazarı Fethullah Gülen’i çok kızdıracak bir aşkla hem de. Hatta benim tutuklanabilmem için Baransu’yu bile gözden çıkarmışlar
Ama daha yeni başladık.
Balyoz haberi için tutuklanmamı isteyen tutuklanmış gazeteci Ahmet Şık’ın gazetesi Cumhuriyet’te, Balyoz haberini yapan Taraf’ın eski Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan Balyoz darbesini ve haberi savunan bir yazı yazdı. Bu arada Cumhuriyet, başından beri Balyoz davasının sahte olduğunu savunan bir gazeteydi. Ama ekleyelim; Cumhuriyet’in son Genel Yayın Yönetmeni Balyoz’da tutuklama isteyen savcının son operasyonunun ateşli bir savunucusu. Onunla günlerce röportaj yapıp, biyografisini “Balyoz’da tutukluluğa karşı çıktı” diye düzeltecek kadar hem de.
İşte tüm bu karmaşa içinde Ahmet Altan en iyi yaptığı işi yaptı yine; meydan okudu: “Ben buradayım, benimle konuşun!”
“Peki neredesin? Hatta “Neden kurucusu olduğun gazetede değil de Balyoz davasına karşı çıkan Cumhuriyet’tesin” sorusu dün gün boyu soruldu.
Benim bir cevabım var. İki yıl önce bıraktığım yerde Ahmet Bey. Son iki yılı hiç yaşamamış. Saatler onun için durmuş. Eski Taraf’ın Genel Yayın Yönetmeni olarak Yeni Taraf’ta. Bu 40 yıldır aynı yerde durmakla övünen onun kuşağı için iltifatların en büyüğü…
Ama talihin bir cilvesi. İki yıl önce ipleri koparan son polemiğimizin nihai olarak bittiği yerde yeniden karşılaştık. İki yıl önce çözüm sürecinin ilk sinyalleri geldiğinde “Işığı görüyorum, buradan barış çıkabilir” temalı yazıları yazdığımda kendisinden epey hakaret, aşağılanma işitmiş, bunun üzerine gazete yazı işlerinden ayrılmıştım. Bebeğimiz yeni doğmuştu…
Bebek ve barış ışığı büyüdü. Büyürken Ahmet Altan’dan büyük katkıları olan o barış için coşkulu bir yazı yazmasını bekledim hep. Ama o Gezi’de vasat bir No Pasaran yazısıyla geri döndü.
Öcalan’ın örgütüne silah bırakma kararı açıklandığı günlerde ise her tarafı dökülmüş bir davanın, deşifre olmuş bir çetenin ateşli bir savunucusu olarak…
Bir tek şey hiç değişmemiş. Ahmet Bey meydan okumayı seviyor ama uğruna meydan okuduğu belgeleri/haberleri hâlâ okumuyor.
“Bana sorarsanız gazetecilik yüzde doksan dokuzu alçaklık ve korkaklık, yüzde biri ise dürüstlük ve cesaret olan bir meslektir” demişti bir konuşmasında. Ama galiba onun için bu oran 99’u kibir, yüzde biri ise dürüstlük ve cesaret.
Bir gazeteci için yedi büyük günahın en büyüğü alçaklık, çoluk çocukluk, aptallık değil kibir olmalı. Kibir şüpheyi öldürür çünkü. Ahmet Bey, hâlâ ve yanlış argümanlarla Balyoz davası ve haberini sadece kibrinden dolayı savunmuyor. O aslında Türkiye’de hâlâ devam eden bir gazetecilik kuşağının da mensubu. Onun için Balyoz bir haber değil, savunulması gereken bir dava. Gazetecilikle-dava adamlığı, gazetecilikle- politik aktörlüğün birbirine karıştığı anlardan biri daha bu… Ve tabii o ne kadar Atakürt yazısının yazarı olsa da İlhan Selçuk’un, Yaşar Kemal’in arkasından ağabey yazıları yazacak kadar Birinci Cumhuriyet kuşağının bir mensubu. Günün sonunda Cumhuriyet gazetesine dönmesi o yüzden şaşırtıcı değil.
O yüzden gazeteci olarak durması gereken yerde değil, politik olarak durması gereken yerde mevzileniyor. Ahlak üzerinden açtığı tartışmada, bizi hedef alarak arkasındaki kalabalığı çoğaltmaya çalışıyor. O yüzden ortaya yeni çıkan bilgi ve belgeleri değerlendirip eski bir haber için yıllar sonra bile olsa yanılmış olduğunu söylemek, o haber için okurlardan özür dilemek utanç verici bir itirafçılık. Hatayı türlü sahtekârlıklar savunmaya devam etmek ise tutarlı, cesur ve korkusuz olmak…
O yüzden meydan okumak, belge okumaktan daha haysiyetli bir iş onun için.
Ama maalesef Ahmet Bey yine sadece meydan okumuş, belge/haber okumamış.
Hemen ilk cümlelerden anlamaya başlıyorsunuz bunu:
“Bizim Mehmet Baransu’nun evini basmışlar, on saat aramışlar, gözaltına almışlar, sonra da mahkemeye sevk edip tutuklamışlar. ‘Suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, devletin güvenliğine ilişkin belgeleri yok etmek, devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etmek, devletin gizli kalması gereken bilgilerini açıklamak.’ Örgüt kurmuş ama şimdilik ‘örgütün diğer üyelerini’ saptayamamışlar.”
Ahmet Bey, Mahkeme Baransu’nun, “örgüt kurmak ve devletin gizli kalması gereken belgeleri açıklamak” suçundan tutuklama isteğini reddetti. Bunlardan tutuklanmadı yani. Bir kere de şöyle ifade edeyim: Yani Balyoz haberini yapmaktan tutuklanmadı.
Hemen ikinci paragraftan devam:
“Bir bavul dolusu belgeyi savcılığa teslim ettiği halde ‘devletin güvenliğine ilişkin belgeleri’ yok ettiğini söylüyorlar, ne kadar belge vardı ki Baransu yok etti? En çok da Balyoz darbe planından ‘devletin güvenliğine ilişkin bilgi’ ve ‘devletin gizli kalması gereken bilgileri’ diye söz etmelerine bayıldım.”
Kararda, “Balyoz darbe planından” da hiç bahsedilmiyor Ahmet Bey. “Egemen Hareket Planı”ndan bahsediliyor. Yani bayıldığınız şey de doğru değil. Ayılabilirsiniz. Ayrıca Baransu, teslim ettiği değil, teslim etmediği ve yok ettiği söylenen Egemen Harekât Planı için suçlanıyor.
Bu suçlama doğru mu yanlış mı? İnşallah doğru değildir. Son tweetlerine kadar “Askerî casusluk, örgüt suçundan dava açılırsa Yıldo kesin müebbet alır” diye gülücüklü tweetler atmış Baransu için bile bunu söyleyebilirim.
Yani bir gazeteci böyle bir şeyle suçlanır mı soruları haklı sorular. Ama önce meydan okuduğunuz şeyi bir okumak lazım değil mi?
Hadi bu kısımlar internetten kulaktan duyma. “Birkaç kuruş için oda hizmetçiliği yapan zavallı çocuklar” da yok ki etrafınızda hatalarınızı düzeltsin, size doğru haberin çıktısını getirsin…
Ama bari Balyoz davasını, meydan okumadan bir daha okusaydınız. Hem de şöyle laflar etmeden önce:
“O haberi basan, o haberi basmaya karar veren, Balyoz’un bir darbe hazırlığı olduğundan bir an bile kuşku duymayan adam benim. Hadi gelin bir konuşalım bakalım, Balyoz planları ‘devletin gizli kalması gereken’ bilgisi miymiş?”
Bir an için kuşku duymamak bir gazeteci için büyük bir erdem sayılmaz tabii. Hele de ortaya bu kadar aleyhte delil döküldükten sonra. Yine de kabul, haydi geldik konuşalım. Keşke bu konuşmayı yıllar önce gazetedeyken yapabilseydik:
“Bana gelirken uğramanız gereken bir yer var. Genelkurmay Başkanlığı. Yayınladığımız belgeler, Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Dairesi Başkanlığı’ndan çıktı. Birebir aynı belgeler. Şimdi o belgelerin ‘sahte’ olduğunu söyleyen hiç kimse gidip de Genelkurmay Başkanlığı’na, ‘O belgeler sizin Donanma istihbaratın merkezinden nasıl çıktı’ diye sormuyor. Resmi bir kuruluşta bulunan, resmi belgeler onlar. O belgelerin sahte olduğunu mu söylüyorsunuz? O zaman, o ‘sahte’ belgeler Donanma’nın istihbarat merkezinde ne arıyordu diye soracaksınız. Bütün subayların sicil numaralarını, görev yerlerini gösteren bavul dolusu belgeyi Donanma İstihbarat Merkezi’ne kim yerleştirdi?”
Ve sonunda bir gazetecinin sorması gereken sorulara geldik. Ama önce bilgileri “güncellememiz” gerek. Önce Gölcük Donanma İstihbaratı’nın zemininden bir bavul dolusu Balyoz belgesi çıkmadı.
“122 tane kitap/kitapçık, 199 VHS, kamere kasedi, 72 dergi, 128 foto, 17 CD, 5 hard disk. Gölcük seçmen listeleri, kablolar, adaptörler…” çıktı. Bunlardan sadece iki CD, bir hard disk ve 3 sayfalık bir belge Balyoz’la ilgiliydi. Bir kısmı da ortalıktaki diğer davalarla ilgili belgeler. Bir taşla, kuş katliamı. O aramayla ilgili epey şüpheli durum var. Şüphe hissini kaybetmiş biri için sorun yok tabii hâlâ.
Haklı soru “o belgeler sahteyse Donanma İstihbaratı’nın zemininde ne arıyordu?” Bu sorunun cevabını herkes aramalı. Başta savcılar. Ahmet Bey son bir yıldır Türkiye’nin bu sorularının cevabını aradığını duymuştur muhakkak.
Ama belgeler sahteyse herhalde Balyoz haberini yapan gazetenin Genel Yayın Yönetmeni’nin sorması gereken ilk soru bu değil. Mesela Gölcük’ten de çıkan 5 Numaralı Hard Disk’le ilgili bir ay önde TÜBİTAK’ın verdiği “tarih ve saatiyle oynanmış” raporu. TÜBİTAK “hırsızların TÜBİTAK’ıysa” Arsenal Consulting’in raporu da aynı… Balyoz haberinin de içinden çıktığı hard diskmiş bu…
Yani bir an için bile olsa insanı şüpheye düşürecek çok karine var etrafta. Yeter ki şüphe içinize düşsün, mahalle baskısından kurutulup, kibrinizi bastırıp, yüzleşmeye, hesap vermeye hazır olun. Ahmet Bey’in yazısında bu yolda sinyaller de var. Mesela şurası:
“Şimdi gelelim şu Balyoz Darbe Planları’na. Bir kere şunu söyleyeyim, başka hiçbir belge olmasaydı bile sadece oradaki generallerin ‘resmi’ konuşma bantlarını dinleseydim, gene onları ‘darbe’ hazırlığı olarak yayınlardım. Herkese soruyorum, bizzat darbe komutanının emriyle kayda alınan o konuşmaları dinlediniz mi?”
Keşke biz de haberi oradan verseydik. Ama Fatih Camii’nin bombalanma planı daha cazip gelmişti. Ama yazıyı okuyunca insan şu soruyu sormadan edemiyor: “Peki o konuşmaları siz dinlediniz mi Ahmet Bey?”
Eğer dinlemiş olsaydınız, bence de darbe hazırlığı, yargılanması gereken bir suç olan o Plan Semineri konuşmalarından bahsetmeden önce “gelelim şu Balyoz Darbe Planları’na” demezdiniz. Çünkü, gerçek isimlerin geçtiği, milli mutabakat hükümetinden, İstanbul’a çökmekten, İsrail gibi davranmaktan, stadyumlarda tutuklama merkezlerinden bahsedilen o seminerin kayıtlarında bir kere bile “Balyoz” adı geçmiyor. Cami bombalanması için yapılan planlar, uçak düşürmek de yok… Çarşaf, suga, oraj da…
Balyoz darbesi belgeleriyle plan semineri kayıtları iki farklı şeydi. Çok anlattım. Ama zavallı çocukları dinlemediniz. Yani eğer “bütün belgeler sahte olsa da, ses kayıtları var” diyorsanız artık Balyoz’dan değil, başka bir suçtan bahsediyorsunuz demektir. O ses kayıtlarını dinleyip, onlara uygun belgeler uydurarak köpürtürken, yargılanması engellenen bir suçtan…
Yalçın Akdoğan’ı bilmem ama şu paragraftan anlıyoruz ki galiba o ses kayıtlarını bile dinlememişsiniz Ahmet Bey:
“Korgeneral Engin Alan’ın o seminerdeki konuşmasını dinlediniz mi ya da okudunuz mu? Ben size o konuşmanın bir bölümünü hatırlatayım: ‘Birlikler tamam. İstanbul üzerine çöküyoruz. Yönetime el koyuyoruz. Belediye başkanları, kamu kurumunda çalışanlar değiştirilecek. Tutuklanacaklar. Sert müdahale olacak. Acıma bilmem ne yapmak yok, tepeleme var. İsrail örneğinde olduğu gibi sert müdahale olacak. Rejim aleyhtarı dernek, gazeteler, yurtlar, kuruluşların listesi dosyada ve perdede.’ Şimdi söyleyin bakalım, ‘sahte’ olmayan listedeki ‘rejim aleyhtarları’ kimler?”
Bu konuşmalar Engin Alan’ın değil Ahmet Bey. Çetin Doğan’la, Şükrü Sarıışık’ın konuşmalarından bir seçki bu.
Keşke böyle bir yazı yazmadan önce, yazdığı yazıda iyi bir gazeteci olarak Balyoz haberine mesafe koyduğunu anladığım Yasemin Hanım’ın yazısını okusaydınız. Keşke kibre biraz ara verip “Araya sahte belgeler karıştı mı karışmadı mı, o sorunun cevabını verecek bir yazılım uzmanlığına sahip değilim” diyerek devam ettirseydiniz pozisyonunuzu. Bol vaktiniz var, Newsroom’un ilk sezonunun son bölümlerini, yeni sezonun ilk bölümlerini izleyip, bizim durumumuza düşmüş bir haber merkezinin yapması gerekenler bahsini oradan açsaydınız.
Ama şu tuhaf savunmanızdan yanlış şeyler okuduğunuz anlaşılıyor: “Ama Namık Çınar’ın defalarca sorduğu bir soruyu, ‘belgeler sahte’ diyenlere bir daha sormak istiyorum. O belgeler ‘sahte’ ise ‘gerçekleri’ nerede? Nerede gerçek belgeler?”
O yüzden emin olun size, bana itirafçı dediğiniz için kızmadım, buna hiç üzülmedim. Son iki yılda çıktığım birkaç kanalda Ahmet Altan aleyhine sorulan sorulara cevap vermemek için stüdyoyu terk ettiğim, canlı yayında kavga çıkardığım dahi oldu. İtiraflarıma, öz eleştirilerime kimseyi karıştırmadım.
Bana kullanışlı aptal dediğiniz için de kızmadım. Bizzat kendim için söylediğim bir söz çünkü o. Hesap vermenin, öz eleştirinin bütün suçları çeken itibarsız bir iş olduğu bir ülkede bilerek, isteyerek kendimi cezalandırmak için yaptım bunu. Bedelini ödemeye de hazırım. Eski Ahmet Altan bundan ne kadar da güzel “Biz de günah çıkarma yok” diye başlayan mazur görülecek derecede oryantalist bir yazı çıkarırdı, kim bilir.
Beş yıl birkaç kuruş için gece nöbetçisi bile olmayan, havalandırması çalışmayan gazetede bütün zorluklara, davalara, itibarsızlaştırmalara karşı sizinle çalışmış, hiçbir şeye tamah etmemiş, işe gelecek parası bile yokken para için bir kere bile problem çıkarmamış bize “O zavallı çocuklar, birkaç kuruş için bir hırsız çetesinin oda hizmetçiliğine soyundular” dediğiniz için de üzülmedim.
Bebeğim doğduğunda haberim olmadan gazetede sigortamın kesilmesi, işten çıkarılmam, hâlâ 2009’dan ödenmemiş maaşlarım kalması, tazminat alamamak… Hiçbiri için değil…
Ama şunun için gerçekten çok üzgünüm ve kızgınım.
Türkiye’nin demokratikleşmesine, barışa bu kadar katkı yapmış kıymetli bir adamın zihni ölümünü izlediğim için, kibirden düştüğü hali gördüğüm için, çok kızgın ve üzgünüm…