İsmail Kılıçarslan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Birkaç gün önce, pasaportlarımızı uzatmak için ailece Üsküdar’a indik. ‘Önce harçları yatıralım’ diye düşünerek bir bankaya yöneldik. Banka tıklım tıklımdı. Çaresiz, bir sıra numarası alıp çöktük bekleme koltuklarına…
Sıranın bize gelmesini beklerken bir şemsiye kızımın ayakkabısına hafifçe vurdu. Kızım, biraz da şaşkınlıkla başını kaldırdığında karşısında 80’li yaşlarda, güzel sakallı, Balkan şapkalı bir Üsküdar amcası buldu. Amca, elindeki şekeri kızıma uzattı. Kızım şekeri alıp teşekkür etti. Amca gülümsedi, başıyla selam verip aynı zamanda baston olarak kullandığı şemsiyesine dayanarak yürüdü.
Bütün bunlar, yani amcanın şeker vermek üzere şemsiyesi ile kızımın ayakkabısına vurması ve selam verip yürüyüp gitmesi toplamda 10 saniye sürmedi. Fakat o 10 saniye, benim açımdan son derece uzak bir anıya yolculuk etmek manasına geldi. Çocukluğumun ‘dede’lerini düşündüm. Yeleklerinin yahut ceketlerinin iç cebinde leblebi, fındık, şeker bulunduran; sokakta gördüğü çocukları bunlarla sevindiren ‘dede’ler nereye gitti acaba?
Şehirli dindarlığın bir göstergesiydi o dedeler, amcalar. Tertemiz giyinirler, güzel kokular sürünürler, ellerinde şahane bastonlarıyla şadırvan başlarında yahut parklarda derin sohbetlere dalarlar, etraflarında koşuşturan çocukları göz ucuyla takip ederlerdi. Ezana beş dakika kala usul usul yerlerinden kalkıp camiye giderlerdi.
Artık ya yoklar ya da biz onları görmeyen bir hayatın içinde yaşayıp gidiyoruz.
Bankadan çıkıp işlerimizi halledince kızım ‘bana ille de namaz elbisesi’ meselesini yeniden açtı. Namaza niyaza aşırı düşkünlükten değil, arkadaşlarının namaz elbisesi olunca onun da olması gerekiyor ya, ondan. ‘İyi madem’ dedim, ‘hadi Ümraniye’ye geçelim de alıverelim şu namaz elbisesini.’
Ümraniye’de hac malzemeleri ve tesettür giyim satan dükkânlardan oluşan bir sokak varmış. Bulduk orayı. Birkaç dükkân dolaştık. İstisnasız şekilde abus yüzlü patronlar ve üç kuruşa çalıştırıldıkları çok belli, mutsuzluklarını gizleyemeyen tezgâhtar kızlar gördük bol bol. Tabii bir de çeşit çeşit dini malzeme. Nihat Hatipoğlu’nun vaaz setinden Kur’an okuyan kaleme, hurma kreminden son derece düşük estetikle üretilmiş dini hediyeliklere değin bir yığın şey. ‘Rahlenin bile plastiği çıkmış’ diyeyim de anlayın durumun vahametini.
‘Kur’an okuyan kalem’ bahsini ayrıca ve uzun uzun yazmak niyetindeyim. O yüzden şimdilik ‘pas.’ Ancak şu kadarını söyleyeyim: Kur’an’ı bile tembelliğimize uydurmanın bizi götüreceği yer feci bir yerdir.
Şimdi birlikte düşünelim. Gittiğimiz birinci mekân, yani banka tabiatı gereği ‘dinsiz’ bir mekân değil mi? İkinci mekân ise yine tabiatı gereği ‘fazla dinli’ bir mekân. Oysa 10 saniyeden daha az bir sürede İslam dininin bize öğrettiği ve tavsiye ettiği ‘güler yüz, selamlaşma, hediyeleşme, çocukları sevindirme, ünsiyet peyda etme’ gibi hasletleri ‘şahitlikle gördüğümüz’ mekân bir banka oldu. Dini eşyalarla dolu mekânlarda ise bu hasletlerin hemen hiçbirine şahit olmadık. Alışverişi tamamlayıp paramızı öderken bile dükkân sahibi bir an olsun yüzüme bakıp gülümsemedi yahu.
Dini camide, eşyalarda, bizatihi din tarafından kodlanmış ‘ritüel’lerde var zannederek şehre ‘din’ gelmiyor işte. Vecibeyi ‘din’ zannederek daha dindar insanlar haline gelmiyoruz. Vecibe, ödenmesi gereken borçtur ve ödenmelidir. Ancak ‘dini hayat’ dediğimiz şey borç ödeyerek ikame edilmez.
Efendimiz(sav) ‘din güzel ahlaktır’ hadisindeki hikmeti tam da burada aramak lazım. ‘Yelek cebinden şeker çıkarıp bir çocuğu mutlu eden amcaların sayısı niçin az, yüzü hiç gülmeyen namazında niyazında patronların sayısı niçin bunca fazla’ diye sormanın tam sırası. ‘Bugün, vakit namazları dışında kapıları kilitlenen camilerin bize gizlice önerdiği şey nedir’ sorusunu düşünmenin tam vakti.
Dini sadece ‘kuru bir vecibeler alanı’ halinde tutmak ve güzel ahlakı yaygınlaştırmadan yaşayıp gitmek, söz gelimi sizinle aynı Allah’a iman ettiğini bildiğiniz insanları tekfir etmek için resimli dergi çıkarmayı marifet saymak yahut çalıştırdığınız tezgâhtar kızların yüzünü bir kez olsun güldürememek o eleştirip durduğumuz ‘seküler’liğin ta kendisidir.
Şehre ‘din’ gelecekse cebimizde küçük şekerler taşıdığımız gün gelecektir. Şehre ‘din’ gelecekse kuşu ölen çocuklara taziyeye gittiğimiz gün gelecektir. Şehre ‘din’ gelecekse siftah etmeyen esnaf komşumuzun derdiyle dertlendiğimiz gün gelecektir.
Şehre ‘din’ gelecekse ahlakla gelecektir, başka türlüsü imkân ve ihtimal dışıdır.
Yunus Emre: Aşkın Yolculuğu
Canına yandığımın Türk sinema ve dizi sektörü Mevlana, Fatih, Kanuni, Yunus ve benzeri şahsiyetleri gerçekleriyle değil, çarpıtılmış efsaneleri ile anlatmaya bayılır malum. Bu yüzden TRT bu Ramazan’da bir Yunus Emre dizisi yayınlayacağını duyurduğunda ilk tepkim ‘eyvah’ demek oldu. ‘Eyvah’ dedim, çünkü bu dizide de Yunus Emre’nin gerçeklerinin değil, efsanesinin anlatılacağından, Yunus Emre’nin ‘bir ümmi, bir hümanist, bir bilmem ne’ olarak tanıtılacağından, Taptuk Emre’nin ‘durmadan hikmet yumurtalayan’ davudi sesli bir şeyh efendi olarak tasvir edileceğinden, Molla Kasım’ın ‘yobazlıkta birinci’ bir kadı olarak resmedileceğinden çok korktum.
Yunus Emre’nin ilk bölümünü seyretmeye bu korkularla başladım. Elhamdülillah, fena halde haksız çıktım korkularımda.
Yazının devamını okumak için….