Alper Görmüş’ün Aljazeera Türk’te “Batı dışı”yla temasa geçmek zorunda kaldığında neler olduğunu biliyoruz: Asimilasyon, olmadı dışlama, olmadı yok etme…”dediği yazısı..
Dinî inancı ‘düşünce’ ya da ‘fikir’ olarak kabul edip inançtan kaynaklanan hassasiyetleri göz ardı eden yaklaşımlar; aynı anda hem dinî katılıkları hem de ırkçı eğilimleri güçlendiriyor.
Bir arkadaşım, Charlie Hebdo katliamının ardından dergi çalışanlarından birinin Euronews’a verdiği mülakatta, “Fransa’da din bir düşünce olarak algılanır” dediğini duyduktan sonra bana şöyle bir mail gönderdi:
“Bu algının Batı Avrupa düşünce evreninde geçerli olduğu ne kadar gerçekse, Müslümanların zihniyet dünyasında yerinin olmadığı da bir o kadar gerçek. (…) Eğer din bir ‘düşünce’ olarak algılanır ise, ona ilişkin ifade özgürlüğü kısıtlaması kesinlikle söz konusu olamaz. (…) Ama böyle bir evrenselciliğin sahici olabileceği homojen bir dünyada yaşamıyoruz ki. O nedenle öteki evrenselleri dinsel diye küçümsemek, yok saymak yerine onlara saygılı olmak ve onlar için hoşgörüsüzlüğe ödün vermeyen koşullu kotalar açmak düşünülebilir. (Bunun için zor tartışmalara girmeyi göze alarak, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun ifade özgürlüğünü koruyan 10. Maddesinin ‘Irkçılık ve Nazi ideolojisinin savunulması ile düşmanlık ve ırksal ayrımcılığa teşvike yönelik fikirlerin yayılması’na dair kısıtlamalara uygun bir ekleme yapılabilir.)
“Müslümanların hassasiyetlerinin toleranssızlığını ‘provoke’ etmek için ifade özgürlüğünü araçsallaştırmak, bu özgürlüğü (…) psikolojik bir süngü hücumu olarak algılanabilecek şekilde kullanmak bunu yapanların yaşamlarını riske atmakla kalmıyor, hem Müslümanların toleranssızlığına hem de Avrupa ırkçılığına güç kazandırıyor.”
Dinî inancı bir ‘düşünce’ olarak algılayan Batılı-seküler düşünce kodunun dolaysız bir ifadesine, Charlie Hebdo katliamının ardından Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) İngiltere şubesine bir mektup gönderen Salman Rushdie’nin şu satırlarında da rastlamak mümkün (dini “mantıksız bir ortaçağ biçimi” olarak tanımladıktan sonra):
“Dinler de bütün diğer fikirler gibi eleştirilebilir, hicvedilebilir ve evet, korkusuzca yerden yere vurulabilir.”
Batılı-seküler zihin
Aydınlanma ve hümanizm süreçleri üzerinden Tanrı’yı “öldürüp” yerine insanı koymuş; metafiziği öldürüp yerine fiziği koymuş; “ölümden sonraki hayat”ı lağvedip hayatı bu dünyayla sınırlamış bir entelektüel-kültürel algının içinden bunları söylemek tutarlı ve kolay… Keza böyle bir algının içinden birkaç yüzyıl boyunca yeniden biçimlendirilen bir dinin inananları da dini bir fikir, bir düşünce olarak algılayacakları için dince kutsal sayılan sembollere yönelik inceliksiz, rencide edici sataşmalardan fazlaca etkilenmeyeceklerdir. İyi de, algıları böyle olmayan, dini yaşayış biçimleri çok farklı olan insanlar ne yapacak bu durumda?
Batılı-seküler zihnin bu soruya verdiği cevap açık: Algılarını değiştirecekler! Çünkü o algı “mantıksız bir ortaçağ biçimi”nden ibarettir ve yanlıştır.
Can evinden vurulmak
Hep söylendiği gibi, Batı’nın çoğulculuğu ancak kendi kültür dairesi içinde ve kendisini kendisine benzemeyenlerden uzak tuttuğu ölçüde işleyebilen bir çoğulculuktur. Batı’nın “Batı dışı”yla temasa geçmek zorunda kaldığında neler olduğunu biliyoruz: Asimilasyon, olmadı dışlama, olmadı yok etme…
Batı’yı “Batı dışı”ndan ayıran en önemli unsur, hiç şüphesiz ki akıl… Batı, sadece kendisinin sahip olduğuna inandığı bu üstünlükten aldığı meşruiyetle kendi Tanrı, dünya, hayat algılarını kendisine benzemeyene empoze eder. Bu arada da düzeltmeye çalıştığı ‘yanlış’larla alay eder, onların sahiplerini küçümser, aşağılar…
Batı, her şeyi akılla çözebileceğine inandığı için, her şeyi akılla çözemeyeceğine inanıp dine sığınan insanları anlayamaz; keza onların, kendi maddi yaşam biçimlerine yönelik saldırıları nispeten tevekkülle karşılarken manevi hayatlarına yönelik saldırılar karşısında neden çok büyük bir hırçınlık ve ‘hoşgörüsüzlük’ gösterdiklerine de akıl erdiremez. Kendisinden alıntı yaptığım arkadaşımın kelimeleriyle söylersem: “Din, bu insanların sığındıkları bir ev ve bu eve saldırıldığında kendilerini can evinden vurulmuş gibi hissediyorlar.”
Manevi şiddet
İfade özgürlüğünün insanın fiziksel bütünlüğüne yönelik ‘şiddet’ dışında hiçbir şeyle sınırlanmaması gerektiğini savunanlar, hiçbir Müslümanın fiziksel bütünlüğüne en küçük bir halel dahi getirmeyen Charlie Hebdo’vari ifade özgürlüğü kullanımlarına gösterilen tepkileri de doğal olarak anlayamıyorlar.
Tam bu noktada artık sorgulamaktan kaçınamayacağımız bir mesele daha çıkıyor karşımıza: Şiddet nedir? Şiddeti insanın fiziksel bütünlüğüne yönelik bir saldırı olarak tarif etmek yeterli midir? İnsan sadece bedenden ibaret bir varlık olmadığına göre, onun maddi olmayan yanlarına yönelik saldırıları nereye koyacağız?
Aslında seküler ahlâk ve hukuk, insanın manevi tarafını tümüyle yok sayıyor değil: Hakaret ve benzeri fiilleri suç saymak suretiyle insanın manevi tarafına yönelik saldırıları da farklı bir ad altında ‘şiddet’ kapsamına alıp cezalandırıyor. Fakat sorun şurada ki, seküler ahlâk ve hukuk, dinî inancı, mesela insan onuru gibi zedelenebilir bir kategori olarak görüp değerlendirmiyor.
Toplumda da durum farklı değil… Seküler kesimler, dini hassasiyetler söz konusu olduğunda eleştiri sınırlarını aşıp rencide edici boyutlara ulaşmış bir ifade özgürlüğü kullanımının sınırsızlığı üzerinde rahatça gezinirken, benzer bir rahatlığı kendi bütünlüklerinin manevi bölümüne yönelik saldırılar söz konusu olduğunda gösteremiyorlar.
İkili tutum
Toplumun seküler kesimlerinin bu ikili tutumunu ve bunun neden sorun çözücü, toplumsal barışa yardımcı bir tutum olmadığını varsayımsal bir örnekle açıklamaya çalışalım…
Bir miktar indirgemeyi göze alarak, toplumun, hayatını seküler değerler üzerine kuranlar ile dinin talep ve önerilerini merkeze alarak kuranlardan oluştuğunu sanırım söyleyebiliriz… Bunlar arasındaki gerilimden ve bu gerilimin yarattığı ifade özgürlüğü tartışmalarından yukarıda uzun uzun söz ettik…
Şimdi de buna, seküler kesim içinden çıkmış, sayıca fazla olmasa da hayatlarını haz maksimizasyonu ile mahremiyet ve cinsel sahiplenme minimizasyonu temelinde kurmuş varsayımsal bir başka toplumsal kesim ilave edelim… Varsayımımızı genişletelim ve bu kesimden bireylerin, kamusal alanın bütün ifade imkânlarını kullanarak, ahlâkî değerleri onlara göre hâlâ epeyce muhafazakâr olan seküler kesimlerin sinir uçlarına dokunan yayınlar yaptıklarını düşünelim… Mesela biri kalksın, sevişme hayali kurduğu evli komşu kadınla ilgili fantezilerinden oluşmuş bir billboard’u komşunun evinin karşısına yerleştirsin… Böyle yüzlerce başka örnek verilebilir…
Şimdi durumu ifade özgürlüğü açısından gözden geçirelim: Ortada şiddet yok, kimsenin fiziksel bütünlüğüne yönelik en küçük bir saldırı yok… Sadece birileri, ’geri, yanlış, arkaik’ bir ahlâk anlayışına, ‘mantıksız bir modern çağ biçimi’ne karşı ifade özgürlüklerini kullanıyorlar…
Acaba, “şiddet yoksa her türlü görüş özgürce ifade edilebilir” mutlaklığı, böyle bir durum karşısında da savunulur muydu?
Hiç şüphesiz savunulmazdı. Çünkü reel (mevcut) seküler ahlâk anlayışı ve algısı, bu türden bir ifade özgürlüğünün nesnesi kılınmış birinin ağır bir biçimde rencide olacağını, maneviyatının çökeceğini, dolayısıyla kimsenin böyle bir özgürlüğünün olamayacağını söyler bize.
İşte bu manevi şiddettir ve modern hukuk sistemleri bu şiddeti ‘hakaret’ vb. suç isnatlarıyla yasaklayıp cezalandırır.
İyi de, burada apaçık bir çifte standart yok mu?
Bazen inat değil anlayış gerekir
Toplumsal hayatta bazen anlayış direnişten daha fazla cesaret gerektirir ve o cesareti göstermeyip inatla direnmeye devam etmek bir kısır döngüye yol açar.
Dinî hassasiyetler ile ifade özgürlüğü arasındaki ilişki üzerine son 20-30 yıldır yoğunlaşan tartışmada olan şey tam olarak bu: Mesele anlayışla çözülmeyince iki taraf da pozisyonlarını daha çok sertleştiriyor ve artık birinin ya da öbürünün geri çekilmesi neredeyse imkânsız hâle geliyor.
Tehdit karşısında gösterilen celâdet takdire şâyandır. Fakat tehdidi analiz edebilmek, o analiz sonucunda gerekiyorsa düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmek için celâded yetmez, şehâmet sahibi olmak gerekir. (Celâdet: bahâdırlık, kahramanlık, yiğitlik… Şehâmet: Zekâ ve akıllılıkla berâber olan cesâret, yiğitlik – Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat.)