Orhan Pamuk Doktor Oldu

Yazarlar
Üniversite rektörü Cafer Özkul, Pamuk’a Fransa’da fahri doktora veren ilk üniversite olmaktan büyük mutluluk duyduklarını söyledi. Orhan Pamuk, törenden önce Rouen kentinde doğup büyüyen ü...
EMOJİLE

Üniversite rektörü Cafer Özkul, Pamuk’a Fransa’da fahri doktora veren ilk üniversite olmaktan büyük mutluluk duyduklarını söyledi. Orhan Pamuk, törenden önce Rouen kentinde doğup büyüyen ünlü Fransız yazarı Gustave Flaubert ile ilgili konferans verdi. ‘Monsieur Flaubert Benim!’ başlıklı konferansta Pamuk, Madam Bovary’nin yazarının çalışmalarına ve edebiyat yaklaşımına atıfta bulunarak, pek çok yazar gibi kendisinin de Flaubert’ten çok etkilendiğini belirtti. Törenden önce, Rouen Konservatuvarı öğrencileri de Nazım Hikmet’in şiirlerinden pasajlar okudu. Doktora töreni, Pamuk onuruna verilen bir resepsiyonla sona erdi.

Orhan Pamuk’un konferansta yaptığı konuşma:

Monsieur Flaubert Benim

Flaubert Doğu yolculuğunun son kısmında, Mısır, Filistin, Lübnan ve Suriye’den sonra, 1850 Ekim’inde arkadaşı Maxime Du Camp ile birlikte İstanbul’a geldi. İki arkadaş daha önce de birlikte yolculuklara çıkmışlar, yaşadıklarını yazmışlar, bundan mutlu olmuşlardı. Du Camp varlıklı bir aileden gelen, edebiyatı, sanatı seven, hafif züppe ama güvenilir ve iyi bir arkadaştı. Altı yıl sonra editörü olduğu Revue de Paris dergisinde, "Madame Bovary"yi tefrika edecekti. Seyahatleri boyunca Du Camp, yanında getirdiği ağır fotoğraf makinesiyle Ortadoğu’nun ilk fotoğraflarından bazılarını çekerken, Flaubert daha çok kendisiyle, kendi geleceğiyle meşguldü ve biraz da dertliydi.
 
Flaubert’in derdi, daha doğrusu acısı, Beyrut’ta yeni kaptığı frengiydi. Frengi yaralarına ilaçlar sürüyor, acısını hafifletmek için uğraşıyor, hastalığı bir Türk’ten mi, bir Hıristiyan’dan mı kaptığını merak ediyor, mektuplarında konuyu alaycılıkla ele almaya çalışıyordu. Bir yıldan fazla zamandır yolculukta olmak da, frengi gibi, Flaubert’i yormuş, yıpratmıştı. Saçları, dişleri yolculukta dökülmüş; evini, annesini, Rouen’deki hayatını özlemişti.
 
İstanbul’dayken Flaubert, annesinin bir mektubundan, bir arkadaşının evlendiğini ve annesinin sıranın ne zaman oğluna geleceğini merak ettiğini öğrenince ona bir cevap yazdı. 15 Aralık 1850 tarihli, “Constantinople”dan yazılmış bu mektubu, yazar olmayı düşlediğim gençlik yıllarında sık sık açıp okur, Türkiye’de, İstanbul’da yazar olarak ayakta kalmanın, yola devam etmenin zorluklarına karşı bu çok özel metinden kuvvet almaya çalışırdım.

“Ernest Chevalier’nin evliliği haberi üzerine seninki ne zaman, diye soruyorsun bana,”  diye yazar Flaubert annesine. “Ne zaman mı? Umarım hiçbir zaman.” Yirmi dokuz yaşındaki genç yazar adayı, annesine hayattaki ilkelerini hatırlatır ve artık onları değiştirmek için çok geç olduğunu vurgular. “Benim artık gelişimim tamamlandı, yani hayatta oturacağım yeri, ağırlık merkezimi buldum artık… Benim için evlenmek, dinden dönmekle birdir: Düşüncesi bile beni dehşete düşürüyor.” Birkaç satır aşağıda Flaubert, daha sonra Nietzsche’den Thomas Mann’a modern düşüncenin sanat-hayat ilişkisi hakkında geliştireceği bakış açısını çok açık bir şekilde dile getirir: “İnsan şarabı, aşkı, kadınları ya da zaferi ancak sarhoş, âşık, koca ya da asker olmadığı zaman tasvir edebilir.  Hayatın içine çok fazla karışırsa insan, hayatı çok da açık bir şekilde göremez. Ya çok acısını çekeriz hayatın ya da çok fazla keyfini süreriz.” Flaubert annesine, sanatçının doğanın, sıradan hayatın dışında tuhaf bir yaratık, bir çeşit canavar olması gerektiğini de kuvvetle hissederek yazar: “Ben artık alıştığım gibi yaşamaya çekilmeliyim: Tek başıma; bir tek büyük adamların ve bir ayının, odamdaki ayı postunun yakın dostluğuyla yapayalnız olarak.” Ve tıpkı Flaubert gibi daha otuz yaşıma varmadan kendi kendime fısıldayarak tekrarladığım, inanmaya çalıştığım şu cümleleri yazar annesine: “Dünya, gelecek, insanların ne diyeceği, kurulu bir düzeni olmak, hatta geçmişte hayalini kurarak pek çok gecemi uykusuz geçirdiğim edebi ün bile artık umurumda değil.”  Annesine bütün bu iddialı sözleri yazdıktan sonra da Flaubert, basitliğiyle kendine olan güvenini ve içtenliğini gösteren son bir cümle ekler: “İşte böyle biriyim; kişiliğim de böyledir.”

İstanbul’da ilk romanımı bitirip yayımlatmaya çalıştığım, annemle yalnız oturduğum 1970’lerin sonunda; Flaubert’in 1850’de bu sözleri yazdığı, günlerce kaldığı Justiniano Oteli’nin Galata’da nerede olduğunu bulmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Tıpkı onun kendisine örnek aldığı ‘büyük adamları’ gibi, ben de Flaubert’i kendime örnek almaya çalışıyordum. Flaubert’in ünlü mektubunda neredeyse içgüdüsel bir rahatlıkla dile getirdiği modernist edebi ahlakın bir ilkesi sıradan burjuva hayatından ve başarıdan uzak durmak ise, diğer ilkesi de bunu başarıyla ve içtenlikle yapan keşiş tabiatlı büyük yazarlara hayranlık duymak, onlarla özdeşleşmektir.

Yazarın hayattan uzak durması, bütün kurumlardan, devletten, sıradan aile hayatından kaçınması, başarıyı, edebi ünü şüpheli şeyler olarak görmesi… Bunlar dindışı modern edebi keşişliğin, yani edebi modernizmin olmazsa olmaz ahlaki ilkeleridir. Her şeyden önce, daha önce hiç dile getirilmemiş insani deneyimleri yeni bir dille seslendirmek, deneysel olmak; sevilmeyi, kolay okunurluğu bütünüyle yok etmese de, ticari başarıyı geciktirir. Kendini zor, sıkıntılı bir edebi hayata hazırlayan genç yazarın modern keşişliğin bu ilkelerine içtenlikle inanması gerekir ki, başarı hemen gelmeyince, gecikince (bazen hiç gelmez) hemen düş kırıklığına uğramasın, az ile yetinmekte, inandığı zor yolda ilerlemekte, yazmakta devam edebilsin. Modernist edebi ahlakın, 19. yüzyılın ortasından günümüze kadar bir zümre olarak bütün yazarların, özellikle genç yazarların ayakta kalabilmek ve edebiyatın ticarileşmesine karşı direnebilmek için inanması ve saygı duyması gereken bir şey olduğuna hâlâ inanıyorum. Flaubert’in kitaplarının, eserinin büyük başarısının yanı sıra bir diğer zaferi de, bütün hayatını daha yirmi dokuz yaşındayken reçetesini yazıp tasvir ettiği bu ahlaka uygun olarak yaşamasıdır.