Dünyadaki bütün ülkelerdeki nüfus ortalamasının üzerindeki insanlar hep şu iki soruyu merak etmişlerdir. Birincisi, nereye doğru gidiyoruz? İkincisi, ne olacak?
Birinci, soruyu bir misal üzerinden açıklayalım. Gitmek istediğimiz bir adres için telefonla birinden yardım istediğimizde, muhtemelen bize ilk soracağı soru şu olacaktır: ‘’Tam olarak neredesiniz?’’ Bu soru karşısında bizim ilk tepkimiz önce etrafımıza bakmak olur, sonra belirgin bir yer tespit edip nerede olduğumuzu söyleriz. Böylece, bulunduğumuz konum üzerinden tarif alır, hedefimize daha az enerji ve zaman harcayarak ulaşmış oluruz.
Dolaysıyla ‘’dünya nereye doğru gidiyor?’’ Denildiği zaman dünya siyaseti nereye doğru gidiyor demiş oluyoruz. Bunu tespit edebilmek için önce devletlerin siyasal amaçlarını tespit etmek gerekiyor. Bu meseleyi birçok parametreyle birlikte değerlendirmek gerektiğinin farkındayım. Ancak biz bu yazımızda detaylara fazla girmeden konuyu ana hatlarıyla ele almaya çalışacağız.
Devletlerin konumuna kuş bakışı ile bakmak
Yazımıza bir misal ile girdik bir gözlemle devam edelim. Kısa ve uzun uçak yolculuklarımda birçok insan gibi cam kenarlarını tercih ederim. Tevafuk olacak ki, genelde cam kenarı müsait olmuştur. Bazen pamuk yığınlarını andıran muhteşem manzaraları, bazen de hava açık olur hep aşağıyı izlemişimdir. Yüksek bir yerden aşağıya doğru geniş bir açıdan bakınca, hangi dağın, hangi dağla başlayıp uzadığını, dağların zirvelerini de, derinliklerini de aynı anda görür ve zihnimden şunlar geçmiştir: ‘’Dünya siyasetinin yönün nereye doğru gittiğini doğru anlamak için devletlerin amaçlarını, çabalarını ve ilişkilerini kuş bakışı ile bakmak lazım.’’
Kısa bir uzay yolculuğuna çıkalım
Şimdi oturduğumuz koltuklarımızdan geriye yaslanarak rahat bir nefes alalım ve gözlerimizi kapatalım. Bir an koltuğumuzun uzaya çıktığını hayal edelim. Olup biten hiç bir hadiseye etki edemeyecek kadar yüksekteyiz ve hadiseleri sadece izlediğimizi hayal edelim. İmmanuel Kant’ın ‘’Saf akıl’’ anlayışıyla bütün önyargılarımızdan arınmış olarak gerçekleri tüm çıplaklığıyla görmeye çalışalım.
Dünya siyasetine en fazla etki eden en güçlü devletler olduğunu bilerek, önce bu devletlerin yerlerini görelim. Dünyanın batısında güçlü ABD’yi, doğusunda da gittikçe güçlenen Çin’i görüyoruz. Deniz’den ABD’yle, karadan Çin’le komşu olan Rusya’yı, son yıllarda ABD’yle ilişkileri gergin geçen kıta Avrupa’yı görüyoruz. Bu devletlerin amaçlarını anlayabilmek için de bunların gerisinde işleyen dinamikleri ve bu sonuçları oluşturan ilişkileri kavramamız gerekiyor.
O halde soru şudur; küresel siyasetin dinamikleri nelerdir?
Uluslararası ilişkiler disiplinin konusu olan küresel siyasetin dinamiklerine baktığımızda birçok teori karşımıza çıkmaktadır. Realizm, Liberalizm, Sistemci yaklaşım, İngiliz okulu, İnşacı yaklaşım, Marksist teoriler gibi daha pek çok kuram vardır. Bu kuramları incelerken, olup biten olguları anlamlandırıp yorumlamak için çok şey söyleseler de esasa yönelik çok az şey söyledikleri, hatta bazı gerçeklerden hiç bahsetmedikleri dikkatimi çekmişti. Esasa yönelik söylenmesi gerekenin ne olduğunu söyleyeceğiz ama önce dünya siyasetinin yönünü tayin eden devletlerin söylemlerine kısaca bir göz atalım.
Dünya siyasetinin baş aktörü olan ABD’ye bakalım
ABD’li stratejist ve siyaset bilimci Brzezinski’nin ünlü ‘’Büyük Satranç Tahtası’’ isimli kitabındaki Avrasya ile ilgili değerlendirmeleri okuduğumuzda Avrasya’nın nüfus, toprak ve yeraltı zenginliklerine dikkat çekerek: ‘’Küresel üstünlük mücadelesinde Avrasya önceliklidir’’ demiştir.
Başka bir ABD’li stratejist George Friedmen GF’da çıkan bir makalesinde: ‘’ABD’nin beslendiği kaynaklara ortak olan Çin’i görmemezlikten gelerek küresel hâkimiyet mücadelesinden başarılı olma şansı olamaz. ABD halkına bu konular iyi anlatılmalı.’’
Edward Alden FP’deki bir yazısında: ‘’Çin ve Rusya ABD hâkimiyetine karşı oluşturdukları birliktelik gittikçe kurumsallaşıyor ve ABD hegemonyası jeopolitik açıdan güçlü bir şekilde sarsılacaktır. Bu durum zamanla hem siyasi hâkimiyetin Çin ve Rusya’ya geçmesine hem de kaynakların bu ülkelere akmasına yol açacaktır. ABD bütün bu gelişmeleri doğru analiz etmeli ve doğru değerlendirmeli. ABD kendisini çetin geçecek bir savaşa şimdiden hazırlamalıdır’’
NPR’a konuşan Demokrat Senatör Richard Blumenthal: ‘’ABD kendi konumunu korumak ve rakip blokun acımasız rekabetine dayanmak için mutlaka büyümek ve genişlemek zorundadır. Bunun başka bir yolu yoktur. Dünyanın güvenliğinin yükünü ABD’nin omuzlarındaysa, kaynakların kullanımı öncelikle ABD’nin hakkıdır. Zor kullanmak gerekiyorsa zor kullanılmalı bu jeopolitik bir yasadır.’’
Trump’ın Güvenlik danışmanı John Bolton bir konuşmasında: ‘’Amerika jeopolitik yasalara uygun davranmadığı takdirde, geçici başarılar elde etse bile, orta ve uzun dönemlerde mutlaka ağır bedel ödeyecektir.’’
ABD medyasından ajandama not ettiğim örnekler bunlarla sınırlı değildir ama uzatmamak için bu kadarıyla yetinelim. Görüldüğü gibi her birinin isimleri ve destekledikleri siyasi partileri farklı olsa da söyledikleri aynıdır.
Bu örneklerden şu üç tespiti yapabiliriz. Birincisi, hâkimiyet mücadelesi, ikincisi, ekonomik çıkar rekabeti, üçüncüsü, ABD halkını bir savaşa hazırlama çabası görülüyor. ABD’nin dünya siyasetindeki pratiğine baktığımızda da yukarda aktarmaya çalıştığımız söylemlere paralel gidiyor. Demek ki, ABD’nin dünya siyasetinin yönü çıkar için çatışmaya, hâkimiyet için heba etmeye doğru gidiyor.
Dünya siyasetinin yeni aktörü olan Çin’e bakalım
BM Güvenlik Konseyinin üyesi olan Çin kendine özgü bir medeniyettir. Her ne kadar kapitalizmin etkisine girmiş olsa da ürettiği değerler bakımından Batı’yla birçok alanda çelişmektedir.
Çin hakkındaki okumalarımız genel olarak Batı kaynaklı olduğu için okuduklarıma hep şüpheyle bakıyordum.
Ancak tevafuk eseri Nijerya’nın Lagos eyaletinde tanıştığım An-wen isminde Çin’li bir profesörden Çin hakkında epey bilgi edinmiştim. An-wen iktisat profesörü ve Afrika üzerinde araştırmalar yapıyordu.
Akıcı İngilizcesi olan An-wen’le ilk tanıştığımda beni İranlı sanmış ve sıcak davranmıştı. Aynı otelde kalıyorduk. Türkiyeli olduğumu öğrenince mesafeli davranmaya başlamıştı. Sürgünde yaşayan Uygur Türklerin lideri Rabia Kader ile yapılmış bir söyleyişi Türkçeye çevirmiştim. Dolaysıyla Uygur Türklerin Çin’le olan sorunu hakkında bilgi sahibiydim ve An-wen’in tutum değişikliğinin sebebinin Uygur Türklerinden kaynaklandığını anlamıştım ama anlamamış gibi davrandım. Ertesi sabah kahvaltıda gidip An-wen’inin masasına oturdum. Çünkü Çin hakkında bilgi edinmek için Profesör An-wen iyi bir fırsattı.
Söze şöyle başladım: ‘’Sayın An-wen filozof Konfüçyüs hakkında çok güzel şeyler okumuş ve çok etkilenmiştim. Ayrıca Çin medeniyetinin bilim dünyasına çok değerli katkılar yapmıştır. Pusula, barut, kâğıt gibi pek çok icat yapmışken nasıl oldu bilim Batı’ya geçti?’’
An-wen, gülümseyerek: ‘’Konfüçyüs ve Çin tarihi hakkında bilgi sahibi olmanıza sevindim. 1800 ile 1950 arasındaki dönem Çin’in en karanlık dönemidir. Çin halkı, asla unutamayacağı çok acı günler yaşadı. İngilizler, ülkedeki afyon yasağını bahane ederek Çin’e saldırdı. Üç yıl süren Afyon savaşları Çin’i oldukça sarsmıştı. Daha sonra Japonya karşısında yenilen Çin özgüvenini kaybetmişti. 1841 yılının Ocak ayında Hong Kong İngiliz hâkimiyetine girdi ve tam 156 yıl sonra, 1997’de Çin Hong Kong’u geri aldı. Hong Kong’un geri verilmesi Çin’in özgüvenin geri verilmesi anlamına geldi.’’
Profesör An-wen söylediği her şeyi not aldığımı görünce, tane tane konuşmaya devam etti: ‘’156 yıllık karanlık dönem Çin’i geri bırakmıştır ama şimdi Çin her alanda gelişiyor.’’ Dedi. Ben de ‘ABD’nin Çin hakkındaki tutumunu nasıl değerlendiriyor sunuz?’ An-wen şöyle cevapladı: ‘’Elbette ABD Çin’in gelişmesinden rahatsız. Çünkü Çin’in genişlemesi ABD’nin daralmasına yol açacaktır.’’ Dedi.
Daily China sitesinde 07-08-2017 tarihinde çıkan bir yazının özeti şöyle: ‘’ABD ne yaparsa yapsın Çin kendi halkının refahı için her yerde olacaktır. Çin savaş sevmeyen bir millettir ama yeri geldiğinde kendi çıkarı için ölümü göze almak bahasına mücadele etmekten geri durmayacaktır.’’ An-wen’in söyledikleri ile Çin devletinin resmi sitesi Daily China sitesinde çıkan yazılardan anlıyoruz ki, Çin ABD’yi ‘’Niye ABD dünya kaynaklarını tek başına alıyor?’’ Anlayışıyla eleştiriyor. Çin’in Doğu Türkistan’da Uygurlu Müslüman Türklere uyguladığı zulüm ABD’nin İsrail’in zulmünden daha az değildir. Dolaysıyla Çin’de kaynakları elde etme ve hâkimiyet kurma konusunda eleştirdiği ABD’den bir farkı yoktur.
Yeniden toparlanan Rusya’ya bakalım
Sovyetlerin dağılmasıyla Rusya ciddi bir jeopolitik bir darbe aldı. Bu darbenin etkileri nedeniyle bir süre kendine gelemedi ve kendi içinde ayrılıkçı akımlar etkili olmaya başladı.
Rusya’da işler tersine gitmekteyken, Putin devlet Başkanı seçildi. Putin’in seçilmesiyle birlikte Rusya önce toparlanma, sonra dünya siyasetinde etkin olmaya başladı.
Rus, uluslararası ilişkiler uzmanları kendi içinde birbiriyle kıyasıya tartışmaya başladılar. Komünistler, Avrasyacılar, Milliyetçiler Rusya’nın geleceği için uzun süre tartıştılar. Avrasyacı jeopolitik uzmanı Prof. Dr. Aleksandır Dugin Başkan Putin’in danışmanı olunca Rusya’nın dış siyaseti Avrasyacı anlayışı çerçevesinde şekillenmeye başladı.
Rusya, ABD-Avrupa ile Ukrayna, Baltık Denizinde, Balkanlar’da, Akdeniz’de bir rekabet içindedir. Bu çerçevede 1996 yılında Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Kazakistan’ın katılımıyla Şangay Beşlisini kurdu. 2000 yılına gelince Özbekistan da bu birliğe katılınca 2001 tarihinde ismi Şengay İşbirliği Örgütü olarak değiştirildi. Daha sonra, Hindistan, İran ve Pakistan sürekli gözlemci üye, Sri Lanka ve Türkiye ise, diyalog ortağı oldu.
Rusya ABD emperyalizmini sürekli olarak eleştirir ancak kendisi de Orta Asya’da ABD emperyalizmini aratmayacak uygulamalarını herkes biliyor. Putin’in danışmanı Aleksandır Dugin’in Russia Today’e verdiği bir demecinde şöyle diyor: ‘’ABD saldırganlığını durduracak güç Avrasya ittifakıdır. Avrasya ittifakı yeterince güçlenince ABD öyle dünya kaynaklarını tek başına konamayacak.’’
Dugin’in ifadesinden şunu anlıyorum; Avrasya ittifakı güçlenirse ABD dünya kaynaklarına rahat konamayacak. Avrasya ittifakının temelini oluşturan Rusya ve Çin konacak demek istiyor. Rusya’nın siyasi amacı da kaynaklara ulaşmak ve hâkimiyet kurmak olduğu anlaşılıyor.
Dünya siyasetinin en eski aktörü olan Avrupa’ya bakalım
Dünya kaynaklarını sömürüp hâkimiyet kurma konusunda en tecrübeli kıta Avrupa kıtasıdır. Bugün dünyayı sömüren ABD’nin kendisi bile Avrupa’nın sömürgesiydi. Dünya, sömürgeciliği Avrupa’dan öğrendi.
Avrupa Birliği düşüncesinin başlangıcı İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılının hemen sonrasında başlamıştı. Avrupa yaklaşık elli yıl içinde iki büyük savaş yaşadı ve bu savaşlar büyük insan kayıplarına ve ekonomik çöküntülerine yol açmıştı. Avrupalı bazı liderlerin zihinlerinde bu tür felaketlerin tekrarını önlemek için bazı çareler aradılar.
Dönemin Fransız dış İşleri Bakanı Schuman Ruhr bölgesinde bulunan zengin kömür yatakları ile çelik tesislerinin Avrupa ülkelerinin üye olacağı bir örgüt tarafından işletilmesini içeren bir deklarasyon yayınladı. 9 Mayıs 1950 yılında yayınlanan bu deklarasyon bir projeye, sonraki yıllarda da Avrupa Birliğinin temelini oluşturdu.
Ancak Avrupa son yıllarda hem kendi içinde hem de müttefiki ABD’yle tartışmalı durumda. ABD Avrupa’nın NATO’ya yeterince para vermediğini söyleyerek Avrupa’yı daha fazla kurumayacağını söyledi. Avrupa’da kendi güvenliklerini sağlayacak ordu kuracaklarını ileri sürdü. Avrupa ile ABD arasında gerginlik zaman zaman yükselse de hâlâ müttefiklikleri devam ediyor.
ABD ile Avrupa müttefiklikleri bir süre daha devam etse de bunun uzun sürmeyeceğini düşünüyorum. Çünkü Avrupalılar artık İkinci Dünya Savaşının şartlarında değiller. Epeyce geliştiler, dünya çapında şirketleri ve teknoloji üretecek kapasiteleri vardır. ABD’nin dünya kaynaklarının aslan payını almasından memnun olmadıklarını hissettiriyorlar hatta bazen söylüyorlar. Dolaysıyla Avrupa siyasetinin yönü eskiden beri ekonomik çıkar ve hükmetme üzerine kuruluydu ve bunun değişmediğini görüyoruz.
Başa dönecek olursak merak edilen ikinci soru: ‘’Ne olacak?’’
Şimdi artık uzaydan yere inelim ve gördüklerimizi yazmaya başlayalım. Gelecek belirsizliklerle dolu. Bu nedenle gelecekle ilgili kesin yargılara varmak oldukça zor. Dünyadaki teknolojik gelişmeler, ülkeleri geleceğe yönelik çalışmalar yapmaya yönlendiriyor. Milyonlarca insanı birbirine bağlayan internet sistemleri iletişim alanında akıllara durgunluk verecek düzeyde devrimler yarattı.
Bütün bu gelişmeler uluslararası ilişkilerin, ticaretin hatta sıradan insanların günlük yaşamının boyutlarını bile değiştirdi. Hemen hepimiz şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: ‘’Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.’’
Dünya hızlı bir değişim sürecine girdi. Yukarıda uluslararası ilişkilerin dinamiklerinin esasa yönelik bir şey demediklerini belirtmiştim. O esas da şudur, mevcut devletlerin birbiriyle olan rekabetin, kavganın, gerginliğin temelinde iki şey vardır. Birincisi ekonomik çıkar, ikincisi, siyasi hâkimiyettir. Ekonomik çıkar siyasi hâkimiyeti, siyasi hâkimiyette ekonomik çıkarı besliyor.
Sonuç
Dünya bir paylaşım çatışmasına doğru hızla gidiyor. Diyeceksiniz ki ‘’dünya zaten bir çatışmanın içinde değil mi?’’ Haklısınız ama kast ettiğim çatışma daha çetin ve zorlu geçeceğini öngörüyorum. Amacım felaket senaryosunu çizmek değildir. Türkiye, dünyanın siyasi yönün nereye doğru gittiğini görmeli ve ona göre ekonomi, savunma ve uluslararası ilişkilerde ne gibi tedbirler alacağını düşünmeli, tartışmalı ve hızla uygulamaya koymalıdır.
Umran Dergisi/Haziran