Medya patronları… Siyaset… Oligarşi…

Yazarlar
Ardan Zentürk Star gazetesindeki yazısında Medya-syaset ilişkisini değerlendiriyor. Medya patronları, “Olimpos dağının güçlü şahsiyeti” midirler? Yunan mitolojisinin tanrısı Zeus veya, mod...
EMOJİLE

Ardan Zentürk Star gazetesindeki yazısında Medya-syaset ilişkisini değerlendiriyor.

Medya patronları, “Olimpos dağının güçlü şahsiyeti” midirler? Yunan mitolojisinin tanrısı Zeus veya, modern zamanlardan bir örnek vermek gerekirse, Mario Puzo’nun Baba romanında portresini çizdiği mafya oligarkı Corleone’den yola çıkarsak birer “Godfather” ile mi karşı karşıyayız?..

Türkiye’nin Soğuk Savaş yıllarında sırtını Washington’a dayamış, aslında bir “darbeler tarihi” olarak adlandırılabilecek oligarşik vesayet dönemine baktığınızda Bab-ı Ali’nin sistem içindeki rolünü görmek mümkün.

Zaten, Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi’nin oğlu Erol Simavi, 1988’de dönemin Başbakanı Turgut Özal’a gazetesinin sürmanşetinden yazdığı “Sayın Başbakan…” başlıklı mektupta bu rolü çok iyi tarif ediyordu: “Benim kuvvetler ayrılığı kitabımda Türkiye’de 1. KUVVET faslında bilir misiniz ne yazar Sayın Başbakan? BASIN…Ya ikinci? ” Erol Simavi’nin mektubunda çoğulcu parlamenter sistemin kuvvetler ayrılığında yer alan yasama-yürütme-yargı üçlüsünün adı geçmiyordu, “ya ikinci?” sorusunun cevabında da “ordu” yazıyordu. Hürriyet, 1950’lilerin ünlü AKİS dergisiyle birlikte 27 Mayıs Darbesi’ne zemin hazırlamış, derginin 1954-1967 arasındaki patronu İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’i “Not Defterinden” köşesiyle yıllarca sayfalarında ağırlamıştı. Erol Simavi’nin, 27 Mayıs sonrası yaşanılan Talat Aydemir isyan teşebbüsüyle bir ilişkisi var mıydı, bunu Necati Zincirkıran üstada sormak uygun olur. Ama, Süleyman Demirel’in devrildiği 12 Mart Muhtırası döneminde gazetenin Genel Yayın Yönetmenliği odasında 27 Mayıs’ın güçlü subayı, Milli Birlik Komitesi üyesi Orhan Erkanlı’nın oturmasını asla bir tesadüf olarak göremeyiz!..

Aslında, Erol Simavi haklıydı… Oligarşik vesayet sisteminde basına verilen görev, “darbeye zemin hazırlamak” ve cuntaların halk zemininde “meşruiyetini” sağlamaktı. 90’ların iki patronu Dinç Bilgin ve Aydın Doğan’ın 28 Şubat sürecinde üstlendikleri rol kalıcı bir örnektir.

Meşru siyaseti sevmediler

Oligarşik vesayetin basın zemini, hiçbir zaman, sırtını seçmen sandığına dayamış meşru siyaseti onaylamadı. 50’li yıllarda basın Adnan Menderes’e karşı “öldürücü kampanyasını” tırmandırdığında Demokrat Parti 1957 seçiminde yüzde 47 oy almıştı!.. Haldun Simavi, 1969’da sahibi olduğu Günaydın gazetesinin manşetlerinden Süleyman Demirel’i yıpratmaya başladığında, Adalet Partisi’nin 1965 seçimindeki oy oranı yüzde 52’ydi! Turgut Özal, Erol Simavi başta, dönemin basın patronları tarafından hedefe oturtulduğunda yüzde 37 oyla tek başına iktidardı. Kendisinden sonra gelen iki partinin toplam oyları kadar oy almıştı.

Sistem, basının, halkın meşru tercihini iktidara taşıyan merkez-sağ liderleri önce “baskı altına” almasına, devamında da “öyle veya böyle iktidardan uzaklaştırılmalarına” neden yaratmasına göre kurgulanmıştı.

7 Haziran: Kırılma noktası

Oligarşik vesayetin ana “koruma-kollama” mekanizması olan ordu, artık, siyasi zeminin dışında, çok ağır bir “dış tehdit”le mücadele kaygısındadır. “Dış tehdit” algılaması yüksek ordular, sivil ve meşru siyasetle uyum içinde çalışırlar. 7 Haziran seçimi öncesinde HDP üzerinden PKK’yı parlatıp, bir başka yarı-askeri güç eliyle ülkede kaos yaratma gayretlerinin sonuçsuz kalması bu, siyaset biliminin en temel kuralından kaynaklanmaktadır.

Bu, planlayıcıları ve uygulayıcıları açısından büyük risk taşıyan bir adımdı.

Hep söylüyorum. Erdoğan bir fanidir, AK Parti ise meşru bir siyasi hareket olarak bugün iktidardır, yarın da muhalefet olabilir.

Ama, 7 Haziran’ı bir “kırılma noktası” haline getiren esas nokta, “kaos planında” öne çıkan medya kurum ve isimlerinin “devlet hafızasına” girmiş olmasıdır. İnsanların ve toplumun hafızası zayıftır, unutabilirler ama, devletlerin ana karakterleri, unutmamalıdır.

yazının devamını okumak için…