Laikliği kutsamak, cemaatlere saldırmak..

Yazarlar
Yusuf Kaplan Yenişafak gazetesindeki “Laikliği kutsamak, cemaatlere saldırmak, toplu intihara kalkışmaktır!” başlıklı yazısında,15 Temmuz sonrası cemaat ve tarikatlara karşı girişilen R...
EMOJİLE

Yusuf Kaplan Yenişafak gazetesindeki “Laikliği kutsamak, cemaatlere saldırmak, toplu intihara kalkışmaktır!” başlıklı yazısında,15 Temmuz sonrası cemaat ve tarikatlara karşı girişilen “algı operasyonu”na karşı uyarılarına devam ediyor.

15 Temmuz gecesi bütün kirli ve iğrenç yüzüyle karşımıza çıkan tehlike, “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesidir.

“PARALEL DEVLET” TEHLİKESİ DEĞİL, “PARALEL DİN” TEHLİKESİ!

Eğer asıl tehlikenin “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesi olduğunu göremezsek, hem bu tehlikeyle başedemeyiz hem de artçı şoklarını yeriz!
İşte İslâmî kesimler de dâhil, bütün toplum kesimleri meselenin püf noktası burası olmasına rağmen bunu göremedi, ne yazık ki!

Göremezdi; çünkü dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hâdiselere geniş bir perspektiften, medeniyet perspektifinden bakacak ve tarih felsefesi yaparak bizi aydınlatacak güçlü fikir adamlarından yoksun bu ülke.

Önce şunu zihninize kazıyacaksınız: Yüzyıllık süreçte, tarihi, İslâm’ın alacağı şekil belirleyecek. Küresel seküler-kapitalist sistem, iki asırda bütün dinleri fosilleştirdi ve dize getirdi; sadece İslâm’ı fosilleştiremedi ve dize getiremedi.

KÜRESEL SİSTEM, NEDEN EHL-İ SÜNNET OMURGA’YI ÇÖKERTİYOR VE ŞİA’NIN ÖNÜNÜ AÇIYOR?

1989 yılında bizzat dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas‘ın ağzından açıkça “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâm’dır” denildi ve İslâm, hedef tahtasına yerleştirildi.

Hayatî soru şu burada: Hangi İslâm?

Şiî İslâm değil elbette. Aksine, Şia’nın ve dolayısıyla İran’ın önü son çeyrek asırdan itibaren inanılmaz bir şekilde açılıyor. İran, kültürel / bilkuvve olarak Türk cumhuriyetlerine, siyasî / bilfiil olarak da bütün bir Arabistan Yarımadası’na, özellikle de Türkiye’nin güneyine yerleştiriliyor!

Niçin peki?

Ehl-i Sünnet Omurga’nın yegâne temsilcisi iki ülkenin, Mısır ile Türkiye’nin düşürülmesi için…

Mısır’ı düşürdüler. Ama Türkiye’yi düşüremediler!

TÜRKİYE, CEMAATLERİ / EHL-İ SÜNNETİ DİRİ TUTARSA, TARİHİ YAPAR…

Önümüzdeki süreç çok zorlu olacak: Ya Türkiye toparlanacak ayağa kalkacak; yaklaşık yarım asır içinde hem İslâm dünyasını toparlayacak ve dünya tarihinin yapılmasında yeniden kilit rol oynamaya başlayacak. Bu süreçte sömürgeciler coğrafyamızdan kovulmuş olacak…

Ya da Türkiye, içeriden karıştırılacak, zaafları kaşınacak, iç savaşın eşiğine sürüklenecek ve dolayısıyla parçalanacak ve yok olacak -Allah muhafaza!

İşte bu süreçte Türkiye’nin dimdik ayakta durabilmesi gerekiyor.

Türkiye’nin dimdik ayakta durabilmesinin yolu ne peki? İşte bunun en çarpıcı ipucunu bu millet tankların önüne yatarak gösterdi!

Bu toplumu yok etmeye kalkışan şer güçlerin ve şebek-e-lerinin oyununu bu toplum, toplumun ruhunu oluşturan, akidesini sarsılmaz kılan bin küsur yıllık sarsılmaz imanıyla püskürttü.

BİN YILLIK İSLÂM TARİHİNİ CEMAATLER VE TARİKATLER YAPTI!

Bu toplumun bin yıllık sarsılmaz ruhunun yegâne kaynağı Ehl-i Sünnet akîdesidir. Ve bu Ehl-i Sünnet akîdesini diri, canlı kılan derûnî irfânî kodlarıdır.

Bir taraftan sarsılmaz Ehl-i Sünnet akîdesi, diğer taraftan da bu Ehl-i Sünnet akîdesinin hayat hâline getirilmesini mümkün kılan Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile yoğurulmuş, ete kemiğe büründürülmüş irfanî / tasavvufî tecrübedir. 

Selçuklu’yu kuran, Kur’ân ve Sünnet’e dayanan işte bu tasavvufî ruhtur. Yine Selçuklu’nun mayasını kardığı bu diriltici atılımı Osmanlı’da ruha dönüştüren de bu tasavvufî ruhtur.

Eğer Kur’ân ve Sünnet’ten süt emen bu tasavvufî ruh olmasaydı, Selçuklu’yla başlayan Osmanlı’yla üç kıtaya ulaşan İslâm’ın bayrağı üç kıtada insanların gönüllerini fethedemez, dünyaya diriltici bir ruh üfleyemezdi!

SÖMÜRGECİLERE DİRENİŞİN DE, YENİDEN DİRİLİŞİN DE KAYNAĞI EHL-İ SÜNNET OMURGADIR! 

Kur’ân’dan ve Sünnet’ten beslenen bu tasavvufî tecrübe, bizim yalnızca tarihi kuran bir aktör olmamızda değil aynı zamanda İslâm’a yapılan bütün bütün saldırıları püskürtmemizde de kilit rol oynamıştı: Şeyh Şâmil’in Kafkasya direnişinden Afrika’nın içlerine kadar gerçekleştirilen bütün sömürgecilere karşı verilen destansı direnişlerde de bu tasavvufî ruh tarihî roller üstlendi.

Eğer biz yeniden toparlanacak ve tarihi yapacak bir rol oynayacaksak bunu ancak Ehl-i Sünnet Omurga’ya dayalı bu irfanî tecrübeyi yeniden hayata ve harekete geçirerek yapabiliriz.

Ehl-i Sünnet’i tartışmaya açan, sayısız sapkın türedi “mezhebin” türemesine yol açacak, peygamberî soluğu yok saymaya kalkışan ruhsuz, modernize, sekülerize, protestanize edilmiş sahte din anlayışlarıyla değil!

O yüzden cemaatlere ve tarikatlere yapılan saldırıya aslâ sessiz kalamayız. O zaman ne tutunacak dalımız kalır ne de ayağımızı sağlam basabileceğimiz yerimiz!

FETÖ, EHL-İ SÜNNET CEMAAT DEĞİL, POSTMODERN BİR KÜLT’TÜR!

Peki, FETÖ, Ehl-i Sünnet bir cemaat değil mi?

Hayır! FETÖ’nün hattı harekâtını belirleyen ilke ve akîde, takiyye. Takiyye, Şiî akîdesidir. 

FETÖ’nün kendisini Ehl-i Sünnet olarak sunması tam bir karartma operasyonudur!

İkincisi, FETÖ, aslâ Müslüman bir cemaatte olmayacak aşağılık özelliklere sahip: Hiç bir Müslüman cemaat, hedefe varmak için her yol meşrûdur diyemez! Makyavelist bir mantık, bütün Müslümanların, müslüman cemaatlerin savaştığı iğrenç bir mantıktır.

Hiç bir Müslüman cemaat, gücü kutsamaz; zaferin peşinde koşturmaz; araçları amaçlarına yerine yerleştiremez!

Müslümanlardan, bütün Müslüman cemaatlerden istenen şey, hakikate teslim olmak ve yola çıkmak (Mekke süreci), yolda olmak (Medine süreci) ve yol olmak’tır (Medeniyet süreci). Nedir bu? Sünnet-i Seniyye’dir.

Oysa Türkiye’de 15 Temmuz’dan bu yana tehlikeli bir algı operasyonu yapılıyor: Bütün darbelerin arkasındaki yegâne güç olan laiklik kutsanıyor; fosilleşmiş, darbe zihniyetli generaller, laikler aklanıyor; bütün cemaatler hedef tahtasına yatırılıyor ve “Cemaatler, dolayısıyla Müslümanlar, devlet yönetmesin” deniyor!

Türkiye’nin başına gelebilecek en büyük felâket budur: FETÖ, bir cemaat değildir. Postmodern, seküler, pagan bir kült’tür; lideri kutsayan, kitleleri ayartan, hipnotize eden, hedefe varmak için bütün gayr-ı meşrû yolları meşrû gören sapkın seküler bir harekettir.

LAİKLİK, “SAHTE BİR DİNDİR”

Özetle: Fransız filozofu Luc Ferry, laiklik “sahte bir dindir” der. Dikkatinizi çekerim, bu sözü söyleyen filozof, ateist biridir ve Fransa’da Eğitim Bakanlığı yapmış bir kişidir!

Türkiye’de bazı İslâmî kesimlerin entelektüellerinin bile “bizi ancak laiklik kurtarabilir; cemaatler, tarikatler başımızın belasıdır” diyebilecek kadar ipin ucunu kaçırmaları, Türkiye’yi nasıl bir felâketin beklediğini göstermeye yeter!

TOPLU İNTİHAR!

Batı’da laikliğin çatır çatır tartışıldığı, sahte bir din olarak algılandığı bir zaman diliminde, Türkiye’de İslâmî kesimlerin bile laikliği kutsamaları ve bu toplumun bin yıl tarih yapmasını mümkün kılan Ehl-i Sünnet Omurga’nın ve hattı harekâtlarını bu Omurga’ya yaslayan bütün sahih cemaatlerin ve tarikatlerin topa tutulması Türkiye’nin gayya kuyusuna yuvarlanması anlamına geliyor!

yazının devamını okumak için…