Kültürlü olmak, kültürle olmak

Yazarlar
Ömer Lekesiz Yenişafak gazetesindeki yazısında kendi hayatından örneklerle eski kitabevlerinin şimdi unutulan hayati işlevlerinden örnekler veriyor. Lekesiz;”Zaman ve şartlar değişse de, kültürl...
EMOJİLE

Ömer Lekesiz Yenişafak gazetesindeki yazısında kendi hayatından örneklerle eski kitabevlerinin şimdi unutulan hayati işlevlerinden örnekler veriyor. Lekesiz;”Zaman ve şartlar değişse de, kültürlü olmanın kültürle olmaya evrilebilmesi için” bu tür kitabevlerine hala ihtiyaç olduğunu belirtiyor. İşte o yazı…

Akıl, sahibine bazen oyun edebilir.

Belki çoğu zaman böyledir de biz onun oyuncağı olmadığımızı göstermek için bazen kelimesiyle sınırlandırıyoruzdur o oyunu.

Bu manada aklımın bana oynadığı son oyun: Bugün bitecek olan Kültür Şurası’nın Eskişehir’de yapılacağına dair saplantımdır.

Neden Eskişehir? Hem neden Eskişehir’de de olmasın?

Elbette bunların makul bir cevabı vardır ama bunlar sonucu değiştirmiyor: Şura’nın yapıldığı yer: İstanbul.

Ben bu oyunun hesabını aklıma sormaz mıyım?

Sorarım!

Hayır soramam!

Çünkü, insan dediğimiz biraz da budur: Bir oyun yeri olan dünyada, sadece oynanmaz, kimi zaman oyunun kendisi ya da en azından bir aleti haline gelinebildiği gibi, oyunun sadece görme ve görülme biçimlerinden biri olduğunu idrak ederek, onun ötesindeki hakikate, gerçek sorumluluğa da erişebilir.

Nitekim kültür de bu cümleden bir olgu değil midir?

Kültürlü olma oyununu oynarken, dünyaya sahih bakışlardan birinin kültürle mümkün olabildiğini anlamak, asil bir duruşun, tutumum ve hatta siyasetin onunla üretilebileceğini anlamak gibi…

Din’den söz etmiyorum, çünkü din bir kültür değildir. Diğer bir söyleyişle, din, tıpkı siyasete, ekonomiye, tarihe vb. indirgenemeyeceği gibi, kültüre de indirgenemez.

Dünya yaşantısını güzelleştirmek, kolaylaştırmak, sistemleştirmek amacıyla, ancak ve ancak din sayesinde kazanılabilecek bir zihniyetin süzgecinden geçerek, dünyevileşen anlayışlardan, kurallardan ve kaidelerden söz ediyorum.

İnsanın kendisinden daha sağlam şahidi yoktur; bu bağlamda tecrübe, yaşanmışlık dediğimiz şey mümkün tezlerimiz için oluşturduğumuz kullanışlı bir arşivden ibarettir.

Bu nedenle yetmişli yılların Kırıkkale’sine dönüyorum.

Şehir esnafının, “Vatandaşın ayağına çarpmadıkça onda satın alma duygusu oluşturmuyor” şeklindeki hinlikle, leblebi çuvalını bile kaldırıma koyduğu Kırıkkale!

Vatandaşının içinde oturanı ille de görme merakıyla taksilerin camlarına yapıştığı, “yer sokaksa orada mahremiyet olmaz” dercesine her şeyin röntgenini çekmeye uğraştığı Kırıkkale!

Elbette şimdi böyle değildir, ama ’70’li yıllarda böyleydi.

Ben çocuktum ve kitap okumaya meraklı bir öğrenciydim o zamanlar.

Kısaca tasvirini yaptığım o ortamda, bana uygun bir yer olabilir miydi?

İlk bakışta imkansız gibi görünüyor ama vardı; hem de beni kültürlü olmaktan kültürle olmanın farkına erken dönemde eriştirecek olan bir yer!

Karakaya Kitabevi. 

Sahibi, zamanla hayata dair altın kıymetindeki hasletleri, hassasiyetleri de kendisinden öğreneceğim Fehmi Karakaya‘ydı.

İlk zamanlar bir kedi ürkekliğiyle girdiğim o kitabevinin giderek müdavimi olmuştum. Çünkü Karakaya kitap satan biri değildi; kendisini çocuklara, gençlere kitabı sevdirmekle ve okutmakla görevli kılmış biriydi. Beğendiğim kitap hemen benim olurdu; onu okuyup yeni bir kitap için oraya tekrar geldiğimde, önceki kitaptan ne öğrendiğimi de önce Karakaya’ya anlatırdım. Sanırım anlama ve anlatış biçimimden ilgilerimin istikameti ve düzeyi hakkında kimi çıkarımlarda bulunuyor olmalıydı ki, giderek kendi beğendiğim kitaplardan, asıl okumam gereken kitaplara doğru yöneltti beni.

“Yöneltti” deyişime bakmayın, en küçük bir zorlama, ısrar, koşullandırma yoktu bu yönlendirişte. Sanki ben özgür irademle kendi düşüncelerimi inşa ediyormuşum gibi, onun tarafından inşa ediliyorum.

Karakaya ağabey sayesinde iyi okuyan, düşünen ve konuşan diğer ağabeylerle tanıştım. Haydar Keskin, Süreyya Kahraman, merhum Metin Bal ve daha niceleri… Bacak kadar boyumla koca koca adamların sırasına katılmıştım.

Şimdi geriye dönüp baktığımda bu insanların benim için ne büyük bir müsmir fener olduklarını daha iyi anlayabiliyorum. Kültürlü olmak niyetiyle başlayan yoldan, kültürle asıl davaya ulaşmak, siyasi bilince erişmek, sahih bir dünya görüşüne kavuşmak… Onlar olmasaydı bunlar mümkün olmazdı.

Sonra ’80’li yılların Ankara’sı geldi, yine bir kitabevinden geçti aydınlıkta dünyaya bakma ve anlama yolum: Akabe Kitabevi.

Buranın da sahibi Fehmi Karakaya’ydı ama Recep Yumuk ağabey tarafından işletiliyordu.
Daracık ve kısacık bir koridordan ibaret olmasına rağmen, en sıkı kitaplar hem de ayakta ancak orada okunurdu.

Darlığı ve biz gençler tarafından işgal edilmişliği nedeniyle müşteriler aradıkları kitabı ancak kapıdan içeri seslenerek sorabilirlerdi.

“İnkılap tarihi var mı?”

En erken davrananımız içeriden, kesinliğinden mutmain olduğu şu cevabı verirdi:
“Öyle bir tarih yok!”

Şura dedim, nerelere geldim.

Böyledir hatıralar; söz ile buluştukları anda …

yazının devamını okumak için..