Hayatı kendi üslubuna göre yaşayan, giyimi, konuşması ve bakış açısıyla kendine mahsus gazeteci Mehmet Şevket Eygi. Onu görenler tam bir İstanbul beyefendisi diyor. 1960 yılından beri gazetecilik yapan Eygi, modern dünyaya da kapılarını kapatmıyor. Sanattan Mimarlığa, edebiyattan estetiğe kendine özgü muhalif tarzıyla aslında birçok konuya sadece eleştiri değil, çözüm ve teklifler sunan değerli düşünür Mehmet Şevket Eygi, Özgenur Reyhan Güler‘in hem gündeme ilişkin hem de özel hayatına yönelik sorularını yanıtladı.
O ESKİ KILIK KIYAFETLER, ZARAFETLER, NEZAKETLER MAZİDE KALDI
Beyoğlu ile olan ünsiyetiniz ne zaman ve ne şekilde başladı?
İstanbul’a 1940 yılında Galatasaray’ın ilk kısmında yatılı okumak üzere geldim. Cumartesi pazar hafta tatillerinde rahmetli Hamdune teyzem beni okuldan alır evine götürürdü. İstanbul’u o yıllarda tanımaya başladım. 1940’lı yılların İstanbul’u bambaşka bir şehirdi. Bugün Taksimle Tünel arasında işleyen antik tramvaylar şehrin sembolü gibiydi. O zamanlar televizyon yoktu, onun yerini tutan sinemalar vardı. Herkes sinemaya giderdi. İlkokulu Ortaköy’deki GS mektebinde bitirdikten sonra,1945’te Galatasaray’ın orta kısmına başladım, yedi sene de Beyoğlu’nda okudum. Yedi sene Beyoğlu’nda okumak bana bir Beyoğlu kültürü kazandırmış olabilir. Kazandırmış mıdır acaba, kesin konuşamam. Şimdi İstanbul’da doğan veya yaşayan herkes kendini İstanbul kültürüne sahip İstanbullu sanıyor… Beyoğlu’nun altın çağına yetiştiğimi iddia edemem. Cumhuriyet devrinde Beyoğlu’nun altın çağı 1930’lardaymış. Beyoğlu’nda okuduğum yıllarda İstanbul bir kültür şehriydi, bir kültür merkeziydi. İstanbul o tarihlerde bu kadar kalabalık değildi. Nüfus bir milyon civarındaydı, onun da yüzde kırkı gayr-i müslim vatandaşlar, azınlıklardı. Şimdi kalabalık bir saatte Taksim’den Tünele doğru yürürseniz bir insan seli içinde kalırsınız. Benim zamanımda Beyoğlu’nda böyle bir insan seli yoktu. Taksim’den Galatasaray’a kadar zamanın ölçülerine göre biraz kalabalık olsa bile, Galatasaray’dan Tünele kadar sakindi. Eski Beyoğlu’nda çok güzel giyimli beyefendiler vardı, yine çok güzel giyimli hanımefendiler vardı. Gençlerin içinde de küçük beyefendiler, küçük hanımefendiler vardı. Kimse üzerine alınmasın ama artık o beyefendiler, nesli tükenmeye yüz tutmuş nadir yaratıklar gibi çok azaldı. Bilhassa cumartesi pazar günleri ve geceleri İstiklal caddesinden insan selleri akıyor, lakin o eski beyefendileri, hanımefendileri, küçük beyleri, küçük hanımları, o eski güzel ve şık kıyafetleri göremiyorsunuz. O eski kılık kıyafetler, zarafetler, nezaketler mazide kaldı… Eski kibar insanlar yakaları kolalı gömlekler giyerler, kravat bağlardı. Ayakkabıları boyalı cilalı olurdu. Elbiseleri ütülü olurdu. Traşsız gezmezlerdi. O zaman şapka giyiliyordu. Eski fotoğraflara bakarsanız Taksim’de Beyoğlu’nda Galatasaray Mektebi’nin civarında o kibar insanların hayallerini görürsünüz. Şimdi kıyafet itibariyle dökülmüş saçılmışız. O zamanın insanlarında ciddiyet vardı. Şimdi asık suratlılık ve paspallık hâkim olmuştur. Beyoğlu sadece bu anlattıklarımdan ibaret değildi. Tünel’de Hachette kitabevi vardı. O zaman Fransızca, lingua franca, dünya diliydi. Fransızca kitaplar, dergiler, gazeteler kapış kapış satılırdı. Size şunu söylemek istiyorum: 1929’da, ben o zaman henüz doğmamışım, Cumhuriyet ilan edileli 6 sene geçmiş, evet 1929’un İstanbul’unda 5 adet günlük Fransızca gazete yayınlanıyormuş. Bugün İstanbul’un nüfusu 25 misli artmıştır ama o kültür yoktur. Beyoğlu’nda çok kaliteli dükkânlar vardı. Giyim olsun, kuşam olsun… Ağa Camini geçtikten sonra ana cadde üzerinde Abdullah Efendi lokantası vardı. Beyoğlu’nda Tokatlıyan Oteli vardı. Onun vitrinlerin önünden geçerken kahvehane kısmında bir takım ediplerin, gazetecilerin, tanınmış kişilerin çay kahve içtiklerini görürdük. Şimdi, çok ağır kelimeler kullanmak istemiyorum ama çok yozlaşmış bir kültürü var artık o semtin. Lakin yavaş yavaş bir düzelme de görülüyor. Balık Pazarında Aslı Handa kültürün göstergesi sahhaflar, sağda solda, Avrupa Pasajında antikacılar var. Galatasaray’dan Tünele doğru giderken Denizciler Kitap Evi, Hacopulo Pasajında kitap kurdu Nedret İşli beyin sahhaf dükkânı var… Beyoğlu’nun başka taraflarında da sahhaflar görülüyor. Bir şehirde, bir mahalle veya bir semtte sahhaf ve antikacı dükkânı varsa, orada medeniyet var demektir. İstanbul’un bir milyon nüfuslu öyle yeni semtleri var ki, oralarda bir tek sahhaf, bir tek antikacı bulamazsınız… Biraz toparlanma var, fakat milli eğitimimizin seviyesi eskiye göre çok, pek çok aşağıya düştüğü için açığı kapatamıyoruz. Benim nazarımda bir şehrin veya büyük bir şehrin medeni olabilmesi için orada şöyle dükkânlar bulunması şarttır: Sahhaflar, antikacılar, geleneksel sanat ve hatıralık eşya satan dükkânlar. Herkesin kesesi ve bütçesi otantik antika obje almaya yetmez ama orta gelirliler, mesela memurlar, öğretmenler, subaylar da arada bir el sanatı ürünleri, antikamsı eşya alarak evlerini güzelleştirebilmelidir. Eski Beyoğlu’na göre çok geriledik. 1950’li yıllarda Pera Palas civarında Avrupa antikacıları ayarında bir antikacı dükkânı varmış. Tabiî sahibi gayr-i müslim ve azınlık. Bu dükkanda Gütenberg baskısı incunable kitaplar bile bulunurmuş. Sonra ne olmuş biliyor musunuz? Şu meşhur, uğursuz, yüz karası 6-7 Eylül gecesinde dükkânın kepenkleri ve vitrinleri kırılmış, içindeki eşya vandalca tahrip edilmiş. Ertesi gün sokakta 500 senelik Gütenberg baskısı yırtık kitap sayfaları rüzgârla nazlı nazlı sağdan sola uçuşuyormuş…
EHL-İ KİTAB, İSLAM DEVLETİNİN KORUMASI ALTINDADIR
Eski Beyoğlu’nda ve İstanbul’da şehir kültürü var mıydı?
Bundan bir kaç sene önce Yedikule’ye gitmiştim. Orada eski bir İstanbul evi bulup da oturabilir miyim ümidiyle… Sivaslı bir emlakçı bendenizi gezdirdi, bir iki eve baktık. 40 senedir Yedikule’de yaşıyorum dedi. Konuşma arasında eskiden Yedikule’de çok Rum vatandaş vardı, gittiler, kaçırıldılar dedim. Bakın o Türk-Müslüman emlakçı ne dedi biliyor musunuz? “Rumlar gitti, medeniyet bitti!” Çünkü İstanbul Rumları şehirliydi. Dinleri ayrı, kimlikleri ayrı, olumsuz tarafları da vardı ama mesela esnaflıkları çok iyiydi. Komşulukları çok iyiydi. Bazı şeyleri onlar çok iyi bilirdi. Onlar gittikten sonra artık Beyoğlu’ndaki büfelerde balık dolması bulamazsınız. Çiroz bile bulamazsınız. Lakerda yaparlardı. Dünyanın en lezzetli peynirlerini Rum bakkallarından alırdınız. Beyoğlu’nda Nea Agora, Ermis bakkaliyeleri vardı. Rumlar genellikle Türk ve Müslüman komşularıyla çok güzel geçinirlerdi. İstanbul’un en güzel yemeklerini yapmak konusunda İstanbullu Türkler, Rumlar, Ermeniler birbirleriyle yarış ederlerdi. Beyoğlu’nun yarıya yakını Rum’du. Dükkânlarda sokaklarda Rumca konuşulurdu. Üç günlük gazeteleri vardı: Embros, Apoyevmatini, To Vima. Şimdi bir tanesi çıkıyor. Bin altı yüz Rum kalmış İstanbul’da. Fakat o kadar sebatkâr, o kadar azimli insanlar ki o günlük gazeteyi hâlâ çıkartıyorlar. Bir okullarında sadece üç öğrencileri varmış, yirmi beş öğretmen istihdam ederek okulda eğitim yapıyorlar. Onlardaki bu azim, onlardaki bu direnç, bu inat, Türklere ibret olmalıdır. Ben şahsen Rumların İstanbul’dan kaçırılmış olmalarını, Türkiye ve İstanbul için bir kayıp olarak görürüm… Yıl 1939 parmak kadar çocuğum, yatılı okulun çarşafları ve battaniyeleri için Tünel civarında Zaharyadis mağazasına annemle birlikte gitmiştik. Çarşaf, battaniye, pike satan bir dükkân… 70’li yıllara kadar açık kaldı. Aradan otuz beş kırk sene geçtikten sonra o dükkâna bir kere daha gitmiştim. Sahipleri çok yaşlanmışlardı. Alışveriş yaptım, kasiyer kıza bütün para uzatmıştım. Kasadaki kız, “beyefendi bozuğunuz yok mu” demişti. Dükkân sahibi yaşlı zat hemen gelmiş, “kızım niçin müşteriyi böyle üzüyorsun? Hemen bozdur gel” demişti…
Size başımdan geçen bir hadiseyi anlatmak istiyorum. Samatya ile Yedikule arasında Narlıkapı Sokağı vardır. Senede bir kere oraya giderim. Çok güzel, deniz gören bir sokak ama evlerinin çoğu harap türap olmuş. Geçen sene gittiğimde, iyi bir hava vardı, yaşlı bir hanımefendi evinin önüne çıkmış hava alıyordu. Ona sormuştum: “Hanımefendi burada mı oturuyorsunuz?” Evet dedi burada oturuyorum… Sokağınızdan memnun musunuz? Sakin bir yer, memnunum demişti. Sonra bana bakmış, siz televizyona çıkıyor musunuz diye sormuştu. İsmimi bilmiyordu ama yine de tanımıştı… Ayrılırken ne demişti biliyor musunuz? Beyefendi size bir yorgunluk kahvesi yapayım… O hanımın şivesi Rum şivesine benziyordu!.. İşte İstanbul kültürü buydu. İstanbul Rumları, Ermenileri, Yahudileri, onların vatanı da bu şehirdir. Burada güven içinde yaşamaları lazımdı. Azınlıkların hataları olmamış mıdır? Olmuştur. Onların kaçmalarının vebali bize aittir. 6-7 Eylül vandallığını, bir Müslüman olarak asla kabul edemem. Müslüman bir ülkede yaşayan Ehl-i Kitab, İslam devletinin, Müslüman Ümmetinin zimmeti, koruması altındadır. Bendeniz Osmanlı kimlik, kültür ve zihniyetini benimseyen bir kimseyim. Azınlıklara zulm edilmesinden hoşlanmam.
GALATA MEVLEVİHANESİ İSTANBUL SINIRLARININ DIŞINA DA IŞIK SAÇAN BİR KÜLTÜR OCAĞIYDI
Beyoğlu hep ekalliyet kültürünün yaşandığı yer olarak bilinir. Daha ıı. Bayezid’den itibaren Beyoğlu’nda yapılan Galata Mevlevihanesi, Ağa Hamamı, Mekteb-i Sultani, Hüseyin Ağa Camii gibi Müslüman Türk kimlikli yapılanma hakkında ne düşünüyorsunuz?
Beyoğlu’nda bir Rum kültürü vardı. Yahudi kültürü vardı. Levantenlik vardı. Hristiyanlık vardı. Fakat Türklük-Müslümanlık yoktu diyemeyiz. Galatasaray Lisesi II. Beyazıt zamanında açılmış… Sonradan kopukluk olmuş, 1868’de yeniden açılmış. Galatasaray Lisesi bazılarına göre Türkiye’nin Batıya açılmış penceresidir. Fakat şu anlatacağım şey çok enteresandır. 1868’den 1912’ye kadar Galatasaray Lisesi’nde Müslüman talebelerin hepsinin 5 vakit namazı okul camiinde okulun resmî imamının ardında cemaatle kılmaları mecburi idi. Okulun, şimdi kapalı spor salonu olarak kullanılan, çini mihraplı, oymalı ahşaptan minberi, duvarlarında çiniden ism-i Celal, ism-i Nebi ve Hulefa-i Râşidîn levhaları olan 600 kişilik bir camii vardı. Devletten maaş alan kadrolu imamı vardı ve ezan okunuyordu. Rum, Yahudi, Bulgar başka öğrenciler de var. Onların dinine karışılmıyordu. Ama Müslüman çocuklara, yavrum sen Müslümansın hadi bakalım camiye deniliyordu. . Türkiye’nin batıya açılmış en büyük penceresi bile işte böyleydi. Şimdi böyle bir okulun bulunduğu bir semtte sadece Hıristiyan bir semt demek mümkün müdür? Galata Mevlevihanesi İstanbul sınırlarının dışına da ışık saçan bir tasavvuf, kültür, sanat, medeniyet, zarafet ocağıydı. Onun biraz aşağısında Şah Kulu Camii vardır. Daha aşağıda Meyyit Zade Camii… Galatasaray’ın altında Tomtom Kaptan Camii var. Ağa Camii bir mimarlık şaheseridir. Balık pazarından aşağıya inerseniz Tarlabaşı caddesine yakın Emin Camii… Yani her zaman orada Müslümanlar olmuştur, yaşamıştır. Zaten o bölgenin büyük kısmı birkaç asır önce İslam Mezarlığı imiş… Tünelden Taksim’e kadar, onları kaldırmışlar binalar yapmışlar. Ahmet Mithat Efendi’nin matbaası varmış Hacopulo Pasajı’nda. Orada Türkçe kitaplar, Türkçe dergiler çıkartırmış. Beyoğlu çeşitli kültürlere sahipmiş… Kaybettiğimiz millî kültürümüzü ve millî kimliğimizi çok kısa zamanda yeniden kazanmazsak, bu kültürsüzlük Türkiye’nin batmasına sebep olabilir. Maddî yönden maşaallah çok ilerledik. Havaalanları, köprüler, barajlar, otoyollar, metrolar, hızlı trenler, gökdelenler, rezidanslar, köprüler, stadyumlar, dev alış veriş merkezleri… Lakin bunların yanında mutlaka kültür lazım, eğitim lazım, sanat lazımdır… Maddî ilerleme ve kalkınmaya paralel olarak kültür ilerlemezse, aksine gerilerse gökdelenler bizi kurtaramaz. Başka ülkeler de gökdelen yapıyor, aynı zamanda kültürünü de yaşatıyor, koruyor. Bizim gibi bir Asya ülkesi olan Japonya’ya bakın. Bir de bize bakın. Bizim Japonya’dan alacağımız çok önemli dersler var. Japonlar bizim düştüğümüz hatalara düşmedi. Avrupa’nın ilmini aldılar, tekniğini, sanayiini, fenlerini aldılar ama kimliklerini inkâr etmediler. Japonca çok zor bir yazıdır ama Latin alfabesini almadılar. Son bir asırlık tarihe baktığımız zaman Nobel ödülü kazanan çok Japon görürüz.
BAZI DÜŞÜNÜRLER BEYOĞLU’NU BATININ KARİKATÜRÜ GİBİ GÖRMÜŞLER
Estetiğe önem veren biri olarak Beyoğlu’nu nasıl buluyorsunuz? Burada nereleri gezmeyi seversiniz?
Bazı edipler ve düşünürler Beyoğlu’nu Batının karikatürü gibi görmüşlerdir. Lakin güzel binaları, güzel ve sanatlı tarafları da vardır. Tünel’e yakın bir yerde arnuvo üslubunda nefis bir bina görürsünüz. Yine Taksimden Tünele yürürken mimarlık ve sanat boyutu olan çok güzel ve haysiyetli yapılar görürsünüz. Biraz arka tarafta kalıyor ama Suna Kıraç Vakfı’nın tarihî binası, Koç’ların kültür merkezleri… Beyoğlu’nda eski binaların cephelerine baktığınızda, beğenseniz de beğenmesiniz de çoğunda estetik boyutu vardır. Yeni binalarda bu yoktur. Onun için Belediye uğraşıyor, yeni çirkin binaların hiç olmazsa suratlarını değiştirmek istiyor. Beyoğlu’nun bazı dükkânlarında bile dükkân estetiği vardır. Hollanda elçiliğine yakın bir dükkân vardır. İçine girdiğiniz vakit merdiven ile çıkılan ahşap ikinci katı var. Ne kadar güzel bir mekândır orası. Maalesef Cumhuriyet devrinde mimarlık ve şehircilik açısından büyük bir yozlaşma oldu. Çirkin binalar, suratsız binalar yapıldı. Bir Paris ile bir Viyana ile boy ölçüşemese bile Beyoğlu’na gittiğiniz vakit, onlarınkinden aşağı da olsa medeniyet ve haysiyet konusunda bir şeyler var. Bir ara çok çökmüştü Beyoğlu. Şimdi yavaş yavaş toparlanmaya çalışıyor. Maalesef birkaç sene önce Beyoğlu’nda bir yol ve kaldırım faciası yaşadı. Şikâyetler üzerine İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı geldi. Nedir bu rezalet dedi?.. Paris’e gittiğiniz vakit yaya kaldırımları harika yollarla karşılıyorsunuz. Bunlar hiç bozulmuyor. Bizde efendim bazen iki sene önce döşenmiş yer karoları çatlamış, yerinden oynamış, yağmur yağdığı vakit etrafa gelip geçenlere çamur sıçrıyor… Şehirlerin gastronomik, yeme içme ile ilgili haritaları vardır. Yemekleri harikadır ama Beyoğlu’nda herkes Hacı Abdullah lokantasında yemek yiyemez. Halkın daha ucuz daha yerlerde ama çok kaliteli yemekler yiyebilmesi lazımdır. Bir çocukluk hatıramı anlatayım. 1940-1950 yıllarında Saint Antoine kilisesi civarında bir Bulgar’ın işlettiği bir muhallebici vardı. Elli altmış yıl önce rahmetli annemle teyzemle bazen oraya giderdik. Yoğun bir koşuşturmadan sonra ikindi çayı içmek için. Çay servis olarak gelirdi. 70’li yıllarda oraya tekrar gittim. Bardakla çay geldi. Çay güzel değildi. Dükkân sahibi Bulgar yaşlanmıştı. Dedim ki ben çocukken çok eskiden annemle buraya gelirdik. Harika çaylar içerdik. Adam güldü, dedi ki o çay servisinden o çaydan anlayan insanlar kalmadı artık. Sen o müşteriyi getir, ben yine yaparım… Tünele doğru iki pastahane vardı. İsimleri Markiz ve Löbon… Karşı karşıyaydılar. Behzat Butak beyin üç özelliği vardı: Eski para koleksiyoncusu, tiyatro sanatkârı, üçüncüsü de pastahanesi vardı. Ve orada pasta yediğiniz vakit işte pasta budur dedirtirdi. Profiterolü icat eden İnci Pastahanesi… Sanıyorum sahipleri Makedon Rum’uydu… Yukarıda söylemiştim. Beyoğlu’nda büfelerde kayık tabaklar içinde uskumru dolmaları satılırdı. Onları hiç unutmuyorum. Şimdi yapan olsa yiyen çıkar mı acaba?
Devlet, hükümetler, belediyeler kültürü sanatları milli kimliği yaşatmak için bir takım sübvansiyonlar veriyorlar. Gönül arzu eder ki Beyoğlu Belediyesi kolaylık göstersin, teşvik etsin; Beyoğlu’nda, Taksim’de, ana cadde olmayabilir, ara sokaklarda klasik geleneksel Türk börekleri yapılsın, Türk gözlemeleri yenilsin. Gözleme deyip geçmeyelim. Kaliteli olursa, sahicisi olursa harika bir yemektir. Yanında yayla yoğurt olacak. İlaçlı, kimyalı market yoğurdu değil… Bakın bundan 15 sene önce en ucuz en mütevazı yiyeceğimiz simit şu anda saraylarda yenilip içiliyor. Amerika’da bile Türk simit mağazaları açılıyor. Bizim bir pilav kültürümüz vardır. Öyle bir pilav sarayı açılacak ki en az 10 çeşit pilav ve o pilavın yanındaki garnitürler ve ilaveler… Bir tabak pilav geldiği vakit hayranlıktan şaşırıp kalacaksınız. Şimdi Özbekistan’dan Doğu Türkistan’dan Uygur vatandaşlarımız geliyorlar. Buhara pilavı pişiriyorlar. Bulursanız yemeden geçmeyin. Sonra bir de Beyoğlu’nda kültürlü turistler ve seçme vatandaşlar için geleneksel sanatlarımızın ürünlerini, millî hediyelik sanat eşyamızı makul fiyatlarla satan dükkânlar olması lazım. Hiç yok demiyorum var ama yeterli değil. Çin’e Hindistan’a gittiğimiz vakit el yapımı kâğıt sanatı karşımıza dikiliyor. Türkiye’de bilen yok. Kâğıthane semtine niçin buna Kâğıthane denmiş? Kâğıt yapılıyor burada. Kağıthane Belediyesi teşvik etti, küçük bir kağıthane açıldı. Böyle bir atölyenin Beyoğlu’nda da açılmasını isterim. Kalkıp Kağıthaneye kâğıt almaya gidecek halim yok ama Beyoğlu’na gittiğim vakit satın alabilirim. Güvenlik bozulduğu için şu mahut gezi hadiselerinden sonra Beyoğlu’na korkudan gidemiyorum. Hâlbuki bendenizin Beyoğlu’ndaki Aslı Han’a ayda iki kere gidip kitap satın almam lazım. Sonra orada Avrupa Pasajı diye çok güzel bir çarşı vardır. Bir ucu Balık pazarına çıkar. Orada çok enterasan dükkânlar var. Eski antika eşyalar falan satılıyor. Beyoğlu’nun ara sokaklarında makul fiyatlara güzel yemekler yiyebilmeliyiz.
ARTIK ESKİ İSTANBUL YOK
“İstanbullu olmak ve İstanbul’un kültürel mirası” konularında konferanslar verdiniz. Sizce İstanbul nasıl olmalıdır?
İstanbul’un adı yine İstanbul’dur ama artık eski İstanbul yoktur, azmanlaşmış, dev bir şehir vardır. İstanbul’un nüfusu hiçbir zaman 4-5 milyonu aşmamalıydı. Şu anda şehrin gerçek nüfusunun 25 milyon olduğu söyleniyor. Mısırlılar İskenderiye’de 8 milyon kitap ve belgelik bir İskenderiye Kütüphanesi yaptırıp hizmete açtılar. İstanbul’da, en az 15 milyon kitap ve doküman ihtiva eden dünya çapında bir kütüphane yok. İstanbul’da bir milyon nüfuslu mantar yan şehirler ilçeler kuruldu ve bunların çoğunda sahaf dükkânı, antikacı bulunmuyor. Ne korkunç kültür fakirliği!.. Bundan 150-200 sene önce İstanbul’da yüzlerce sanat ve zanaat eseri üretiliyormuş, onların da çoğu söndü. Böyle sanatları Japonya, Japonlar yaşattılar. Biz kendimizinkileri niçin ayakta tutamadık? Çocukluğumda gençliğimde Göksu Deresi kenarında onlarca çömlekçi vardı. Biri dışında (o da batmamıştır inşaallah) bunlar kapandı. Bizans zamanında, Osmanlılar elinde İstanbul bir sanat, zanaat, ilim, irfan, kültür, medeniyet, zarafet şehri idi. Bu konularda son 50-60 yıl içinde büyük kayıplar verdik. Planlar, programlar yapılmalı, çareler çözümler bulunmalı ve İstanbul yeniden bir medeniyet başkenti haline getirilmelidir. Bu iş sokak ve caddelerin zeminine kum döküp üzerine yalap-şalap taş döşemeye benzemez. Süleymaniye Camii nasıl ilmin mühendisliğin mimarlığın sanatın ışığında son derece büyük bir dikkat, itina, titizlik ile inşa edilmişse, sanat ve kültür hizmetleri de öyle yapılmalıdır.
Peki, Beyoğlu’nun İstanbul kültürüne katkısı nedir ve İstanbul’un Türk kültürüne katkısı nedir?
Çocukluğumda şehir birkaç parçaya ayrılıyordu. İstanbul denilince Sur içindeki bölge anlaşılırdı. 1939’da, 40’da rahmetli Hamdune Teyzem, Nişantaşı’nda oturuyordu, yarın İstanbul’a geçeceğim derken Sur içini kastederdi. Beyoğlu, Nişantaşı, Teşvikiye, Şişli ayrı bir bölgeydi. Kadıköy, Üsküdar sanki ayrı şehirler… Boğazdaki her semt ayrı… Adalar ayrı… Bakırköy, Yeşilköy hep ayrı… Beyoğlu’nun kendine mahsus özellikleri vardı. Rum ve Levanten kültürünün ağır bastığı bir semtti. İnşaallah abartmıyorumdur Beyoğlu’nda yüzde otuz Rumca konuşulurdu. Fransızca çok yaygındı. 1960lara kadar Fransızca dünya diliydi ve tabiatıyla Beyoğlu’nda da konuşulurdu. Beyoğlu kültürünün olumlu ve olumsuz tarafları vardı ama bu semtin seçkinleri okur-yazar insanlardı. Müreffeh ve rahat kimselerin evinde kütüphaneler vardı. Başta Paris olmak üzere dünya kültür merkezlerinde yayınlanan kitaplar Beyoğlu’na gelirdi. Artık çok büyüyen İstanbul’da eski Beyoğlu’na benzer kültür semtleri adacıkları vahaları olsa bile bunların yeterli seviyede olduğunu sanmıyorum. Bendeniz Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken (1952-1956) öğleden sonra part time bir işte çalışıyordum. Gelirim yeterliydi, her ay Ulustaki Hachette kitabevi vasıtasıyla Fransa’dan yeni yayınlanmış kitaplar sipariş eder getirtirdim. Beyoğlu’nda okumuş bir öğrenci bile Paris’ten kitap getirtiyordu… 1970lere kadar eski Osmanlı zamanından kalma okur yazar, yüksek kültürlü insanlar oldu ve bunlar Beyoğlu’nu, İstanbul’u, Türkiye’yi ziynetlendirdiler, lakin onlar yok artık.
Beyoğlu’ndaki geçmişten günümüze sosyal doku ve değişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Hala eski İstanbul’u yansıtıyor mu?
Bu sorunun cevabını kısmen de olsa yukarıda vermiş bulunuyorum. İstanbul ve Türkiye’miz maddi kalkınma teknik ilerleme yollar, metrolar, Marmaray, gökdelenler. Dev AVM’ler bakımından büyük bir ilerleme sergiledi ama ilim, irfan, kültür, ahlak boyutunda buna paralel bir ilerleme olduğu görülmüyor. Devlet, siyasi iktidar, belediyeler, imkanı olan sivil kuruluşlar kültür konusunda da büyük yatırımlar ve hamleler yapmalıdır.
AVRUPA BAŞKENTLERİNDE BEYOĞLU’NUN BİR AĞIRLIĞI YOK
Bir dönem yurtdışında ikamet ettiniz. Tarihi ve kültürel açıdan ele alındığında Avrupa başkentleri için Beyoğlu nasıl bir önem taşır?
Avrupa başkentlerinde Beyoğlu’nun bir ağırlığının ve öneminin bulunduğunu zannetmiyorum. Frankfurt’ta Uluslararası Kitap Fuarı yapılır, İstanbul’da böyle bir şey yapılamaz. Japonya’ya gittiğiniz vakit 800 seneden beri hiç sönmeden eser veren çömlek fırını görebilirsiniz, İstanbul’da geleneksel sanatlarımız Japonya’daki gibi yaşatılmıyor korunmuyor. Keşke en az yüz sanat ve zanaat dalında, ülkemizi her yıl ziyaret eden 30 milyon turistin kültürlülerine satabileceğimiz ucuz pahalı ürünlerimiz olsa… Röportaja verdiğim cevapların üslubundan ve havasından anlaşılacağı üzere bugünkü Türkiye’nin eğitimi, üniversiteleri, kültür faaliyetleri, sanat çalışmaları, mimarisi, şehirciliği bendenizi kurtarmıyor. Ülkemin bu konularda Japonya ayarında ve seviyesinde olmasını temenni ediyorum. Bugünkü eğitim ilim, sanat ve kültür geriliğinin ana sebebi 1928’de yapılan alfabe ve yazı devrimidir. Bir Japon bir Çinli bundan 500 sene önce yazılmış Japonca veya Çince kitabı okuyabiliyor ama biz çağdaş Türkler 1928’den önce basılmış Türkçe bir romanı ya da hikâye kitabını okuyamıyoruz. İşte bizim belimizi bu cahillik, bu kopukluk büküyor. Öyle bir cahillik ki cahiller cahil olduklarının bilincinde ve farkında değiller.
DÜNYANIN EN BÜYÜK BİTPAZARI MADRİD’DE KURULUR
Sizce bitpazarlarının kültür boyutu var mıdır? Acaba Beyoğlu Belediyesi haftada bir, içinde eski kitapların, geleneksel el sanatı ürünlerinin, antika veya antikamsı eşyanın satılabileceği bir mekan tahsis etse iyi olur mu?
Bütün batı ülkelerinde bitpazarları kurulur. Almanya’da, Fransa’da, İspanya’da kurulur. Nehir kenarlarında… Çok gittiğim için biliyorum… Mesela Atina’da da Plaka denilen bir yer vardır, orada kurulur. İstanbul’da nice belediye, kitap ve antika satılan bu pazarlara izin vermiyor. Dolapdere’de Rum kilisesinin yanında her pazar günü zengin bir bitpazarı kurulur. Eşyaları yerlere seriyorlar, lüzumsuz eşyalar var ama orada arada bir gerçek bir antikayı sembolik bir fiyata alabilirsiniz. Şimdi gönül arzu eder ki Beyoğlu’nda da artık neresi müsaitse haftanın bir günü herkes eskilerini getirsin, alınsın satılsın. Bendeniz öncelikle kitap topluyorum. İkincisi porselen çömlek cam eşya topluyorum. Daha neler neler çıkıyor. Bazen nadir olarak el dokuması kıymetli kumaşlar oluyor. Bu bir kültür faaliyetidir. Bazıları diyor ki bu çer çöp içinde pis şeyler ile ne uğraşıyorsunuz. Eğer bu işin bir kültür tarafı varsa sanat tarafı varsa biraz tozlanmaya, kirlenmeye değmez mi? İnternetin görsellerinden bitpazarını açın. Bizden bin kat daha kaliteli. Almanya’da beş sene yaşadığım için biliyorum. Zaten dünyanın en büyük bitpazarı Madrid’de kurulur. Üç yüz küsur sabit dükkân… Pazar günleri açık sergilerle bine tamamlanır… Şimdi Bursa’da kuruluyormuş. Çarşamba günü İzmit’te kuruluyormuş. Ama bizim bazı belediyelerimiz bitpazarında bit olacağını zannederek buna izin vermiyorlar. Bendeniz bitpazarına giderek geri bir insan mı oluyorum? Pis bir insan mı oluyorum? Hayır… Bazen o pis bitpazarlarında sosyeteden hanımlar, şık beyler görüyoruz. Bitpazarlarının iktisadi faydaları da var. Fakir insanlar çok ucuza oralardan giyinebiliyor. 1000 liralık bir paltoyu 50 liraya alabiliyor. 10 lira da temizleme parası…
28 ŞUBAT’TAN SONRA KALPAKLA SOKAKTA GEZSEYDİM, TUTUKLANIRDIM
Hocam size ‘kalpaklı adam’ diyorlar, niçin?
Efendim ben bir kere dini açıdan, ikincisi kültür ve kimlik açısından şapkayı sevmem. Bu topraklarda iki büyük imparatorluk kurulmuştur. Bunlar ulus devleti değildir. Biri Roma İmparatorluğu, diğeri Osmanlı İmparatorluğudur. Ulus devletleri değil, cihan devletleridir. Osmanlı’nın kılık kıyafeti Avrupalıları her zaman cezbetmiştir. 18’inci yüzyılda ve 19’uncu yüzyılın ilk çeyreğinde birçok İngiliz, Fransız, Alman diplomatı, gezgini, seçkini Türk kıyafetlerine bürünüp yağlıboya tablolar yaptırtmışlardır. Şimdi Avrupa’yı çok berbat şekilde, körü körüne taklit ediyoruz. Kışın başım üşüyor, kalpak giyiyorum. Her halde Batı dünyasının terk ettiği şapkayı giyecek değilim. On senedir Hindistan’da Başbakanlık yapan zat mavi renkli sarık sarar ve sakallıdır. Hindistan bir milyar nüfuslu bir ülkedir. Bu şimdiki başbakanı bir gün bile Avrupa kıyafeti giymemiştir. On sene boyunca da üç kere basın toplantısı yapıp konuşmuştur. Kitap yazacak kadar da İngilizcesi vardır. Yani biz Türkiyeliler belki Avrupa elbiselerini giyebiliriz ama mutlaka bizim ona ilave ettiğimiz, bizi gösteren bir tarafı olmalıdır. Japonlar biliyorsunuz Avrupa kıyafetini aldılar ama erkek olsun kadın olsun kimono giyeni var. Bunu hiç kimse yadırgamıyor. Ben 28 Şubat’tan sonra kalpakla sokakta gezseydim, tutuklanırdım.
Kış aylarında başıma geçirdiğim kalpak benim Türkiyeli, Müslüman ve (inşallah öyledir) gerçek İstanbullu olduğumu gösterir.