Etyen Mahçupyan Akşam gazetesindeki yazısında Paris saldırılarınıve Batı ile Doğu ilişkilerini değerlendirdiği;” İslam âlemi ile Batı dünyasının farklı ancak benzer derinlikte sorumlulukları var.” dediği yazısı.
Fransa’da yaşanan katliam büyük kitleleri insani sahiplenme ve paydaşlık duygusu etrafında bir araya getirdi. Özellikle Batı dünyası bunu ‘kendisine’, kendi kimliğine, kendi varoluş tarzına bir darbe olarak algıladı. Ama olayın yapılma biçimi bunu bir insanlık meselesi olarak da kavramamız gerektiğini söylüyor. Karşımızda üç farklı katman var… Biri küresel dünyanın yapısı, dengesi, işleyişi ve sonuçları ile ilgili. İkincisi Batı’nın kendisine ve ötekine yönelik algısı, Batı kültürü ve nizamının anlamına ilişkin… Üçüncü katman ise bu iki olgunun somut zaman ve mekanda bizzat Batı içinde karşılaşmasının yarattığı sonuçlar.
Küresel dünya aynı zamanda post modern bir dünya… Modernliğin sorun çözemediği, aksine sorun yarattığı tespitinin yapıldığı bir dönemden geçiyoruz. Doğal olarak bu tespit henüz sorunlarını çözememiş ve kendilerini sorunlar karşısında çaresiz hisseden toplumlarda daha fazla. Dünyanın gelişmekte olan ‘Doğu toplumları’ kendi sıkışmışlıklarını artık daha geniş bir tarihsel perspektif içinde yorumlamaya ve daha makro ölçekte bir adalet arayışı içinde bakmaya eğilimliler. Özellikle genç kuşaklar bu durumda, çünkü onlar küreselleşmenin imkânlarına daha fazla sahip oldukları ölçüde, kanaatkârlıktan itiraza ve direnmeye geçmeye daha hevesliler. Bunun sonucu olarak Batı’nın aksine bugün Doğu’nun genç kuşakları çok daha siyasi ve sorunların çözümünü küresel siyasette aramaktalar. Bu arayış o dünyada bir adalet çağrısı olarak anlaşılıyor ve iç yankılar yaratıyor. Batı’nın kendi ‘soğuk’ çıkarları için oportünist amaçlarla dizayn ettiği Doğu’nun bugün ‘ayağa kalkarak kendini bulması’ hayali kuruluyor. Öte yandan evrensel addedilen demokratik normlara da yakınlaşılıyor, bunlar isteniyor… Ama bunların beğenilmesi Doğu’yu siyasi bağlamda Batı’ya yaklaştırmıyor. Aksine haksızlığa uğramışlık duygusunu derinleştiriyor.
Söz konusu ayrışmanın aynı zamanda bir din farklılığıyla da çakıştığını düşündüğümüzde, duygusal kopuşun derin bir fay hattı oluşturması şaşırtıcı değil. Müslüman coğrafya kendi zayıflığı, ezikliği ve modern dönemde belirginleşen başarısızlığı ile yüzleşmeye hazır değil. Bu kültüre sahip olunmadığı zaman, yaşadığınız her tür olumsuzluğun nedeni olarak ötekini, yani Batı’yı işaret etmeye hazır olabiliyorsunuz. Eksik ve zaaflarınızı size yapılmış kadim bir haksızlığa bağladığınızda sorumluluktan da kurtulursunuz. İslam coğrafyası da kendisiyle ilgili sorumluluk almaktan çok uzak… Yüzeysel, hamasi anlamlandırmalarla kendisini oyalıyor. Ama bu arada küresel bir dünyadayız ve bu coğrafya kendi genç kuşağını Batı’ya göndermeye devam ediyor.
Doğu’nun ‘karşısında’ ise ona hiç de kucak açmayan, aksine ondan tedirgin olan, yadırgayan, dışlayan bir Batı var. Kendinden fazla emin, modernliğin bitmekte olduğunu entelektüel olan kavrasa da bunun kültürel ve yaşamsal sonuçlarına hiçbir açıdan hazır olmayan bir Batı. Sorun Batı’nın ancak kendisini dünyanın geri kalanından korunmuş bir kapalı alan olarak tutabildiği ölçüde özgürlükçü ve demokratik olabilmesidir. Çünkü bütün çoğulculuk edebiyatına karşın Batı medeniyeti bir ‘monokültür’. Sekülerlik bir din devlet ayrımından ziyade doğrudan söz konusu monokültürü tanımlıyor. Bu evrende bireysel her türlü farklılaşmaya ve fikirsel radikalizme yer var, ama alternatif kültür ima eden hiçbir toplumsal varoluş haline müsamaha yok. Batı’nın liberal dünyası tehlikelerle dolu bir çölün ortasındaki vaha gibi telakki ediliyor. Ne yazık ki küresel dünya bu türden kurtarılmış bölgeleri hızla anakronik hale getirmekte. Küresel post modern dünya size benzemeyenle yaşamayı ve bunun modalitesini birlikte kurmayı gerektiriyor. Liberalizm bunu beceremez, çünkü öteki ile ‘birlikte’ olmanın anlamını bilmiyor. Ötekini kendi sınırını çizdiği yerin ötesine yerleştiriyor. Bu ise süreklilik içinde yadırgama, yabancılaşma, uzak durma ve nihayette dışlama psikolojisini besliyor.