Star gazetesi Açıkgörüş ilavesinde Sefa Şengül’ün yazısı…
Teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte son yıllarda dimağlarımıza iyice giren “sosyal medya” teriminin artık ne olduğunu hepimiz iyi biliyoruz. Sosyal Medya’nın bireysel kullanımların ötesinde teşkilatlı yapılar üzerindeki etkisi de büyük oldu. Bu mecranın diğer iletişim kanallarından farkı, hizmetin belirgin veya ulaşılabilir bir kaynak tarafından sağlanmamasıydı. Yani telefon iletişiminde muhatap bulmak için gideceğiniz adresler bellidir. Kurumlar bu iletişim ağını ülkenizde aktif tutabilmek için sizden lisans almak zorundalar. Bunun yanında internetin servis sağlayıcısını elde tutsanız bile bu iletişim yolunu tıkayamazsınız çünkü yalnız örgütlü yapılar değil neredeyse tüm sistemler artık internet üzerinden yürütülmekte.
Ülkemizde sosyal medya mecralarında örgütlü çalışmalar ilk olarak, yardım kampanyaları şeklinde karşılık buldu. Yardımsever bir millet olduğumuzdan sosyal medya üzerinden yürütülen kampanyalar çok rağbet gördü. Ardından özel sektör bu zincirli yapının gücünü keşfetti ve reklam ajanslarının çoğu kendini sosyal medya mecralarında faaliyet gösterecek şekilde değiştirdi. Birçok reklam ve PR firması kendilerini “dijital ajans” olarak adlandırmaya başladılar. 2011-2012 yılları arasında, sosyal medya mecrasında bir “fenomenlik” havası esti. Anlık rüzgârı alan kişiler, kendi blog siteleri veya kullanımı çok yaygınlaşan microblog sitelerinden yaptığı yayınlarla birlikte az ünlü kıvamına geldiler. Küçük de olsa kitlelere aynı dili konuşturan bu kişiler, kelime anlamı çok daha geniş kapsamlı kullanılmasına rağmen fenomen diye adlandırıldı. Reklam ajansları; çalışmış oldukları markaların ürünlerini insanların gözüne “Hadi ürettiğimizi alın. Çok iyiyiz” şeklinde bağırmadan, fenomenlerin elinden, adeta bir algı aşılama tekniği olarak nitelendirebileceğimiz viral reklam şeklinde yapmaya başladılar. Yeni reklam modeli ve marka bilinirliğinin arttırılması yöntemiyle dijital ajanslar çok aranan bir konuma gelmişti. Artık özel sektör yerine başka çalışmalar için de sosyal medya mecrası hazırdı.
Öncelikle Van’da yaşanan üzücü depremin ardından bu fenomenlerin ve ünlülerin de gönüllü olarak çalışmasıyla birlikte, yardım faaliyetleri hızlı bir hal aldı. Nerede ve ne zaman toplanılacağı, nasıl yardımlara ihtiyaç duyulduğu, çok kısa bir sürede binlerce insana ulaştırılabildi. Fakat bu kadar bilginin paylaşılmasıyla birlikte bir bilgi kirliliği başladı. Hem de ne kirlilik. Asılsız ihbarlar yüzünden çoğu zaman arama kurtarma ve yardım birimleri neredeyse işlerini yapamaz hale geldiler. Hatta öyle bir noktaya geldi ki evinde rahat bir şekilde çayını yudumlayan insanlar, arama kurtarma ve yardım birimlerine -kendi yaptıkları ihbarın değerlendirilip değerlendirilmediğini bile bilmeden- ağır eleştirilerle yüklendiler. İlgili kurumlar, yapması gereken işlerden çok sosyal medya mecralarında itibarlarını korumaya çalıştılar. Ardından yardım kuruluşları ihbarları denetleyebilmek için daha somut bilgilerin paylaşılabildiği çağrı merkezlerine yönlendirdiler. Bu ‘fenomen’ akımının ve aşırılığa kaçan hassasiyetin sonraki aşaması ise Taksim’de yaşanan olaylarda vücut buldu.
Sahte hesaplar ve hikayeler
Taksim Gezi Olayları, sosyal medya mecrasındaki domino etkisiyle güçlendi. Sosyal medya, Mısır ve diğer Arap ülkelerinde seçimle işbaşına gelmiş hükümetlere yönelik yapılan yıkım örgütlenmesinde kullanılıyordu. Binlerce yalan, insanları provake etmek için internetten bulunmuş binlerce sahte fotoğraf, sahte hikâyeler ve provokasyonla sokağa çağrılan binlerce insan. Ortalık adeta yıkılıyordu! Mecra sosyal medya olduğu için muhatap alınacak belirgin bir kurum yoktu. Kimi zaman göstericilerin aşırılıkları, kimi zaman polisini aşırı şiddet uygulamasıyla birlikte olaylar iyice kızışmıştı.
Sosyal medyada fenomen olarak isimlendirilen bazı kişiler, canhıraş bir şekilde nereye gittiği belli olmayan bu olayların başrolüne soyundu. Olaylarda başrol oynayan isimlerin arasında ünlüler de vardı elbet. Türkiye’de sanat adına yapılan işleri parsellemiş ve devletin tüm imkânlarından olabildiğince yararlanan sözde sanatçıların, devleti yıkmak için yaptıkları çağrılara şahit oluyorduk.
Bunun üzerine hükümet kanadı bu iletişim kanalının tehlike arz eden unsurlarını ortaya çıkaran yerinden kesmek istedi. Birkaç sosyal paylaşım sitesine ulaşımı engelledi. Fakat ne mümkün ki bu ülkede “pornoma dokunma” eylemi bile yapılmıştı. Toplumun etik değerlerini hiçe sayan pornografik unsurların bile engellenmesine ‘direnen’ bir kesim vardı ve Gezi sürecinde de bu kesim aktif rol oynadı.
İşin içine uyanmayı bekleyen küflenmiş sol örgütlerin de girmesiyle birlikte ilk günlerdeki destekçilerini yitirmeye başlamıştı. O günlerde tencere tava sesi çıkartma gibi enteresan protestolarında örgütlenme sahası sosyal medya olmuştu. Gezi tecrübesinden sonra hükümet kanadında da sosyal medyaya karşı büyük oranda ilgi arttı. İktidarıyla muhalefetiyle birçok siyasi, dünyanın en büyük microblog sitesi olan twitter’da hesap açtı. Günlük paylaşımlar, değerlendirmelerini buradan yapmaya başladılar. Hatta bir süre sonra istifalardan, parti katılımlarına kadar bürokrasi de bu pastadan payını almaya başladı.
Kendisine taraftar oluşturmak isteyen herkes sosyal medya mecralarından yayın yapmaya başlamıştı. Tabi bu sosyal iletişim ağlarını oluşturan şirketler için daha fazla para demekti. Kullanımın artmasıyla birlikte microblog siteleri yerel reklam modelleri üzerinde çalışmaya başladılar.
Reklam modelleri pahalı gelmeye başlamıştı ki, korsan yazılımla bu reklam piyasasını dolandırmaya çalışan birçok kişi – vampir mi desem?- ortalıkta dolaşmaya başladı. Kişilerden ve kurumlardan PR üzerinden para kazanmaya, “bot” olarak isimlendirilen sahte hesaplar ve manipülasyon araçlarıyla piyasadan binlerce lira kazandılar.
Çok gariptir, Twitter’ın en çok konuşulanlar listesi artık etkinliğini kaybetmeye başladı. İnsanlar, trend olduklarına inandıkları konuların yerine sahte hesaplarla trend yapılmaya çalışılan konulara rağbet etmemeye başladı. Bu arada sahte kahramanlarımız ve fason fenomenlerimiz oldu. Ürettiği hiçbir şey yokken birden bire kitle sahibi olan isimler türedi.
Twitter’ın nekrofilleri
Tüm bunların ardından 17 ve 25 Aralık operasyonlarıyla birlikte, yeni bir sosyal medya kitlemiz daha oluştu. Bu kitle, sosyal medya mecralarında manipülasyonu aşırı seviyeye ulaştırdılar. Hatta bazen abartılı hareketleri yüzünden mizah malzemesi oldular. Manipülasyon için tüm sahte araçları kullanarak bir kaç gecede kendi hacimlerinden çok daha fazla etki oluşturdular ve bu balon çok kısa bir süre içerisinde söndü.
Sonunda sıra, ülkenin en hassas mevzularından birisi olan çözüm sürecine gelmişti. Uzun zamandır şehit haberlerinin gelmemesi, bölgede güvene dayalı sessizlik, süreci belirli bir noktaya taşımak isteyen hükümet kanadında bir umuda dönüşürken, süreci bozmak ve yeniden kan görmek isteyen nekrofili hastaları için durum sıkıcı bir hal almıştı.
Özellikle uzun süredir Suriye’de yaşanan zulümlerin ardından dünyada en çok yardım yapan ve Suriye zulmünden sonra en çok mülteciyi evinde ağırlayan ülkemiz, IŞİD’in Suriye’deki Ayn el Arap, bir diğer adıyla Kobane’yi ele geçirmesiyle birlikte bölgeden gelen mültecilere de kapısını açmış ve ev sahipliği yapmıştı. Türk Kızılayı başta olmak üzere birçok yardım ve sivil toplum kuruluşu da buraya Kobane’den gelen mültecileri ağırlamaya gitmişti.
Sosyal medyada kalkışma
Bu arada IŞİD, Kobane bölgesinde ilerliyor, bölgedeki peşmerge güçleri de kan kaybediyordu. Türkiye’nin ölü sevicileri önderliğinde, yeniden bir iç karışıklık için, bugüne kadar çözüm sürecinde yer alan isimler dahil “Kobane için ayaklan” çağrısı yaptılar. Sosyal medya üzerinden hızlı bir şekilde yayılan bu kampanya birdenbire bir Vandalizm’e dönüştü. Okullar, kamu binaları ve hatta Kobane’den gelen yaralıları taşıyan ambulanslar bile yakıldı. Vandalistler artık kan dökmeye başlayarak eylemlerini terörizme çevirdiler. Sosyal medyada isimler ve mekanlar açıkça yazılarak hedef gösterilmeye başlandı. Yıllarca postallarıyla Kürtlerin kafasını ezen ve PKK’yı bu noktaya getiren seküler bir kesim de bu vandallığın eteğinin altına girerek süreci ve dolayısıyla hükümeti zarara uğratma fırsatını(!) kaçırmadılar. Yine kan aktı, 50’ye yakın insan olaylarda hayatını kaybetti.
Azmettiricilerin çağrı mekanizması olan sosyal medya mecralarıyla ilgili ciddi bir yaptırım uygulanamıyordu. Çünkü 30 Mart seçimlerinden önce yüksek yargı kararıyla bu gibi microblog sitelerinin engellenmesi durdurulmuştu.
Şimdi soralım: Televizyon ve radyo için iyi kötü bir denetleme mekanizması varken, hayatımızda bunlardan çok daha fazla yer kaplayan internet için bir denetleme mekanizması neden yok? Demek ki birileri rahatlıkla kaos oluşturabildikleri bu alanda denetleme mekanizmalarını istemiyor.
İnternetin her düzeyde sistematize edilerek, devlete veya özel kuruluşlara ait yerleşik mekanizmalarının kontrol edilebilmesi gerekmektedir. Acilen bunlarla ilgili fason çözümler yerine eylem planlarımızı oluşturmamız gerekiyor. Bir insanımızın dahi burnunun kanamaması için neyin gerekli olduğuna, o burun kanamadan karar vermeliyiz.
Sonuç olarak gelişime açık, sosyal etiğin çiğnenmesine mahal vermeyen, insanların yaşama haklarını protesto haklarından önde tutan, detaylı bir internet yasasına ihtiyacımız var. Bugün ve hemen.