Yusuf Kaplan’ın Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Bir ülkeye, ufuk açacak fikir adamları değil de, fitne-fesattan nemalanan, kul hakkını hiçe sayarak ona buna ayar vermeye kalkışan tipler damgasını vuruyor, gündemini ve hattı harekâtını belirliyorsa, bilin ki, orada alarm zilleri çalmaya başlamış demektir.
Oysa tarih, bedeli ödenmiş, çileyle yoğrulmuş, farklı bakış açıları sunabilen, derinlikli perspektifler geliştirebilen güçlü ve köklü bir fikriyatın kanatlarında yükselir.
Tarihin akışını değiştiren, insanlığın ufkunu genişleten, umudunu yeşerten hareketler, fikrî temelleri güçlü hareketlerdir.
Fikrî temelleri güçlü ve köklü olmayan herhangi bir hareketin geleceği de olmaz, gelecek sunacak imkânları da.
TÜRKİYE’NİN TRAJEDİSİ: MÜNBİT TOPRAK, ÇORAK ÜLKE
Türkiye’de fikir bitti. Fikir bitince, sanat da tükendi. Hayat temel varoluşsal değerleri aşındıran çıkar çatışmalarının, karakter suikastlarının normalleştiği iktidar kavgalarının arenası hâline geldi.
Yaklaşık bir asırdır yaşadığımız, sürgit anlamsızlığın hükmünü icra ettiği acıklı hikâyemiz, komediye dönüşen trajik hâl-i pür melâlimiz böylesi bir görünüm arzediyor.
Çorak bir ülkeyi andırıyor Türkiye.
Toprak münbit ama ülke çorak: Türkiye’nin trajedisini özlü bir şekilde özetleyebilecek cümle bu.
BATI MODERNLİĞİNİN SALDIRGAN MEYDAN OKUMASI…
Batı modernitesinin entelektüel, siyasî ve iktisadî devrimlerle geliştirdiği seküler / pagan meydan okuma, bütün dünyayı hallaç pamuğu gibi savurdu: Çin medeniyetinden İslâm medeniyetine, Hint medeniyetinden Latin Amerika medeniyetlerine kadar insanlık tarihine her alanda büyük katkılarda bulunan bütün medeniyetlerin varlık nedenlerini / zihinlerini ve varoluş zeminlerini yerle bir etti modernliğin bu yıkıcı meydan okuması.
Modernliğin bu saldırgan meydan okuması, İslâm medeniyetinin en kâmil örneğini ve nihâî temsilcisi Osmanlı’yı da derinden sarstı: Osmanlı’nın bedenini tarihten uzaklaştırdı ama ruhunu yok edemedi.
İşte bu nedenledir ki, Meşrûtiyetlere gelince muazzam bir fikrî birikim ortaya konuldu: Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Garpçılık gibi önemli ve güçlü temsilcileri olan akımlar ortaya çıktı.
GÜÇLÜ VE KÖKLÜ İSLÂMÎ SÖYLEMLERİN VE OLUŞUMLARIN TASFİYESİ…
Osmanlı durdurulunca, Osmanlıcılık da, tabiî olarak bitti.
Cumhuriyet, Meşrûtiyetlerin en güçlü ve köklü akımı İslâmcılığı tasfiye etti: Ahmet Cevdet Paşa’dan Said Halim Paşa’ya, Mustafa Sabri Efendi’den Kevserî’ye, Elmalılı’dan Bediüzzaman’a, Mehmet Âkif’ten, Filibeli Ahmet Hilmi’ye ve Babanzade’ye kadar geliştirilen muazzam İslâmcı fikriyatı bütünüyle inkâr etti; bu fikriyatın isimlerini, fikir adamlarını, sanatçılarını ademe mahkûm etti.
İslâmî kökleri büsbütün kurutulan bir Türkçülük sosu katılan Garpçılık üzerinden bir yolculuğa soyundu Türkiye: Sonuçları çok pahalıya patlayacak tarihte benzeri görülmemiş bir medeniyet değiştirme ve kendini inkâr serüveniydi bu.
TÜRKİYE’NİN VAROLUŞSAL İNTİHARA SÜRÜKLENMESİ…
Laik Türkiye, toplumun İslâmî ruh köklerini, hafızasını, birikimini sıfırlama aymazlığı gösterdi.
Bu, Türkiye’nin tehlikeli sularda yüzmeye kalkışması ve kendi kuyusunu kazması demekti.
Türkiye, ruh köklerini yitiriyor, böylelikle varoluşsal intiharın eşliğine sürükleniyordu…
Oysa bu toplumun varlık nedeni İslâm’dı.
Bu toplumun tarih yapmasını, tarihin akışını değiştiren bir yolculuğa soyunmasını mümkün kılan yegâne münbit kaynak İslâm’dı.
İslâm’ın kaybedilmesiyle, hiçbir şeyin kazanılması mümkün olmayacaktı.
Daha da vahimi, İslâm’ın devletin bütün kurucu kurumlarından tasfiye edilmesiyle “imparatorluk” bakiyesi halkların buraya toplanmasından oluşan Türkiye’de seküler kimliğin yegâne tanımlayıcı kimlik olarak dayatılmasıyla birlikte, bu toplumun çimentosunu oluşturan İslâmî üst kimliğin, duyarlıkların aşınması ve ülkenin sekülerleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak zuhur eden etnik, platonik ve simülatif (sığ, sahte ve yüzeysel) kimlikler üzerinden hem parçalanmanın eşiğine sürüklenmesi hem de mevcut varlığını bile sürdürebilmesi çok zorlaşacaktı.
Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilen bütün askerî darbeler, İslâmî kimliğin, duyarlıkların ve omurganın güçlenmesini durdurmak için vurulan darbelerdi. Laik Türkiye’de bastırılan ama kaçınılmaz olarak güçlenen İslâmî omurganın tasfiye edilmesi girişimleriydi bu darbeler.
Unutmayalım: Bu darbelerin gerisinde küresel sistemin lordları vardı.
GÜÇLÜ VE KÖKLÜ BİR İSLÂMÎ ENTELEKTÜEL OMURGA OLMADAN ASLÂ!
Gelinen noktada, “İslâmî söylemlerin, oluşumların tasfiye edilmesi” gibi tehlikeli bir “proje” dolaşıyor ortalıkta…
İslâmî kökten gelen bir iktidarın en güçlü döneminde, üstelik de Türkiye’nin tam da bu İslâmî ruh köklerine sahip çıkmasından ötürü medeniyet coğrafyasında umut ışığı olarak görülmeye başlandığı bir zaman diliminde, böylesi bir şeye izin verilebileceğini düşünmek akla ziyan bir şeydir.
Burada gelmek istediğim nokta hayatî: Oysa Türkiye’de İslâmî entelektüel omurganın, ülkenin geleceğinin şekillendirilmesinde belirleyici rol oynaması hâlinde, Türkiye’nin orta ve uzun vadede bir medeniyet yürüyüşüne soyunmasının fikrî temelleri atılabilir.
Türkiye’nin istiklal ve istikbal mücadelesine katkıda bulunabilecek her tür entelektüel oluşum, ciddiye alınmayı hak eder. Ama bu mücadelenin medeniyet coğrafyamızda karşılığının olmasını sağlayabilecek yegâne entelektüel söylem, İslâmî entelektüel omurga olabilir yalnızca.
ÖNÜMÜZÜ, TEK DERDİ HAKİKAT OLAN HAKİKAT ADAMLARI AÇABİLİR ANCAK
Sadece dedikodu yapan, fitne-fesattan nemalanan, bu ülkenin bin yıllık İslâmî birikiminin çilekeş temsilcilerini tasfiye çağrıları yapan kişilerin ülkenin gidişatını şekillendirmeye kalkışmaları, bizi büyük çıkmaz sokakların eşiğine sürükler…
Türkiye’nin, hem ülkemizin hem de coğrafyamızın önünü açabilecek uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna soyunabilmesi, fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, çağrısı çağını kuracak İslâmî entelektüel omurgayı harekete geçirebilmesinden geçer.
Türkiye’nin gelecek 10 yılda …