California Eyalet Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. İbrahim El Maraşi’nin Al Jaeera Türk’teki yazısı…
Bir yıl önce Musul’u ele geçiren Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD), hilafet ilan ederek İslamiyetin olmasa da tüm bölgenin tarihi yeniden şekillendirdi.
IŞİD’in Haziran 2014’te Musul’a düzenlediği saldırı ve akabinde Irak ordusunda yaşanan çöküş, hem Iraklı hem de uluslararası liderleri şaşırtırken, medyayı ve siyasi analistleri de hayretler içinde bıraktı. Birinci yılını dolduran İslam Devleti’nin kuruluşu son derece ani şekilde gerçekleşirken, IŞİD’in ortaya çıkışı on yılı buldu.
“2003 sonrası Irak’taki siyasi kurumların zafiyetleri ve 2011 sonrasında Suriye’deki siyasi kurumların çöküşü neticesinde ortaya çıkan IŞİD, aynı zamanda Şii karşıtlığını temel ilke edinmiş bir grubun bu iki devlete karşı da tepkisidir.”
İbrahim El Maraşi
Bir yıl öncesine kadar, medyada dönen polemiklerde IŞİD’in yükselişi için Irak Başbakanı Nuri Maliki’nin politikaları suçlanıyordu, fakat örgütün kökleri, ABD Geçici Kaolisyon Otoritesi idaresinde oluşan ve sonrasında göreve gelen Irak liderlerinin de devraldığı kırılgan siyasi sürece dayanıyor.
Öte yandan, Suriye’deki iç savaşın yarattığı boşluk da IŞİD’in yeniden örgütlenerek El Kaide’den ayrılmasına, bölgenin en güçlü silahlı İslamcı grubu olarak ortaya çıkmasına zemin hazırladı.
IŞİD’in geleceği ne olursa olsun, 2014 yazında yaşanan olaylar, hem Ortadoğu’nun hem de İslam inancının tarihi açısından çok önemli bir değişim yaratmış oldu.
Devlet dışı İslamcı bir aktör
IŞİD’in ortaya çıkarak bir İslam Devleti kurduğunu ilan etmesi ve buna karşılık Irak ve Suriye devletlerinin bu tehditle mücadele konusunda başarısız olması, 1919 Paris Barış Konferansı sonrasında kurulan Arap devlet sisteminin tarihinde benzer görülmemiş bir gelişme.
İlk kez – şu anda hem ulusal hem de uluslararası nitelik taşıyan – devlet dışı İslamcı bir aktör, son yüz yılda sınırları nispeten değişikliğe uğramadan kalan Arap dünyasından yeni bir devlet çıkardı.
1948 yılında bu devletler sistemi bünyesinde İsrail devleti de kuruldu, ama İslam Devleti örneğinin farkı, kendisini hem bu devletin içinde yaşayan hem de dünya genelindeki Müslümanların dini ve dünyevi otoritesi ilan eden Ebu Bekir Bağdadi isimli sözde bir halife tarafından yönetiliyor olması.
2014 yazında yaşananlar, 2003 yılında başlamış bir başka tarihi örneği de işaret ediyor. Irak’ın işgaliyle birlikte ABD ilk kez bir Arap devletini işgal, zapt ve idare etmiş oldu. Bu olay aynı zamanda ülkenin ilk On İki İmamcı hükümetinin on yıllık iktidarının da kapılarını açtı. Böylece tüm Arap dünyasında ilk kez Şiiler bir devletin başına geçmiş oldu.
Öte yandan, 1970’te Hafız Esed ile iktidara gelen ve o tarihten bu yana dünyanın en uzun süreli rejimlerinden biri olarak yer edinen Suriye’deki Alevi devletine karşı çıkan ayaklanma da IŞİD’in yeniden canlanmasında etkili oldu.
2003 sonrası Irak’taki siyasi kurumların zafiyetleri ve 2011 sonrasında Suriye’deki siyasi kurumların çöküşü neticesinde ortaya çıkan IŞİD, aynı zamanda Şii karşıtlığını temel ilke edinmiş bir grubun bu iki devlete karşı da tepkisidir.
Travmaları düzeltmeye yönelik bir adım mı?
Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yıldönümü nedeniyle düzenlenen anmalar, Büyük Savaş’ın Avrupa için ne anlama geldiğini yansıtırken, IŞİD’in yükselişi, her ne kadar ani de olsa, Ortadoğu’nun savaş sonrasındaki yüz yılında bir değişimi temsil ediyor.
IŞİD, yürüttüğü harekâtı, adeta Büyük Savaş’tan kaynaklanan iki travmatik olayı düzeltmeye yönelik bir adımmış gibi sergiledi. Örgüte bağlı güçler geçtiğimiz yıl Musul yolundaki Suriye-Irak sınır karakolunu ele geçirdiğinde, “Sykes-Picot sınırlarını yıktık” denerek büyük şov yapıldı.
Olayın böyle bir gösteriye dönüştürülmesindeki amaç, IŞİD’in eylemini Suriye ve Irak bağlamı dışına çıkararak, manda sistemini başlatan gizli ittifak anlaşmasının yarattığı koşulların düzeltilmesine yönelik bir hareket olarak göstermekti. İslam dünyasının organik Arap çekirdeğini parçaladığını düşündükleri bu anlaşmayı tersine çevirmek istiyorlardı.
İkincisi, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı’nın kalan topraklarında kurulmuş laik Türkiye Cumhuriyeti’nin lideri Mustafa Kemal Atatürk, imparatorluğun yüzlerce yıldır sürdürdüğü hilafet kurumunu 1924 yılında kaldırdı. IŞİD’in hilafeti, bu kurumu yeni bir devletin sınırları içinde tekrar canlandırmaya yönelik ilk girişim oldu.
Ortadoğu ve İslam dünyasındaki aktörlerin savaşı takip eden yüz yılda yakalayamadığı seküler ve dini zaferi, IŞİD bir yaz mevsiminde elde ediverdi.
Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdul Nasır, Suriye’de Baas Partisi kurucularından Mişel Eflak ve Libya’nın eski lideri Muammer Kaddafi gibi Arap milliyetçileri, hep İngiliz, Fransız ve İtalyan sömürgecilerin bölgede çizdiği sınırları silme amacı güttü.
“IŞİD’in sınırların ötesinde İslami bir hayale hitap ederek hilafeti yeniden diriltmesi, örgütün son 30 yılda gelişen cihatçı bir ideolojiyi nasıl belirginleştirdiğini ortaya koyuyor.”
İbrahim El Maraşi
Nasır, projesi çökene kadar üç yıl boyunca Mısır ve Suriye’yi birleştirmeyi başardı; Kaddafi’nin birleşik Libya ve Tunus vizyonu ile Irak ve Suriye’deki Baasçıların birleşme hayali ise tartışma aşamasının ötesine asla geçemedi. Bu noktada İslam Devleti, kendi projelerinin başarıya ulaştığını; laik aktörlerin geçmişte Avrupalı güçler tarafından çizilmiş sınırları silme girişimlerinin ise başarısız olduğunu öne sürebilir.
Dini zafer
IŞİD, aynı şekilde diğer bölgesel ve İslami aktörlerin elde edemediği bir dini zafer de kazanarak hilafeti yeniden ilan etti. 1953 yılında Kudüs’te kurulmuş küresel bir hareket olan Hizb-ut Tahrir (Kurtuluş Partisi) ve Usame bin Ladin liderliğindeki El Kaide de hilafet hayali kurduklarını açıklamıştı.
Bu hedefe nispeten küçük bir toprak parçası üzerinde ulaşan, ancak dünya çapında İslami bir hayale hitap eden IŞİD, bu şekilde her iki grubu da konu dışına itti. Dünyanın dört bir yanındaki Müslüman liderler bu yeni hilafeti gayrimeşru ilan etse de, hem Müslüman hem de Batılı ülkeler, “hilafete dayalı bir dış politikanın” iç istikrar karşısında tehlike yaratacağından korkuyor.
İngiliz İmparatorluğu’nun, Osmanlı Sultanı Abdülhamit’in pan-İslamist dış politikası ile mücadele etmek zorunda kaldığı 1880’lerden bu yana yoktu. Abdülhamit’in bu politikası, Hindistan’daki geniş çaplı Müslüman nüfus arasında huzursuzluk riski yaratıyordu. Ne tuhaftır ki, 21. yüzyılın halifesi, çoğunluğu Hindistan’dan gelme İngiliz Müslümanlarını cezbetmeye çalışıyor. IŞİD, nispeten az sayıda ama son derece motive taraftarlarla da olsa, İslami otorite kaynağını başarıyla yeninden canlandırıp şekillendirdi.