Mücahit Küçükyılmaz Star Açıkgörüş’teki yazısında Türkiye’deki iş kazaları ve işveren davranışlarını sorguluyor.
“…O mal ve servet sizden yalnızca zengin olanlar arasında dönüp duran bir kudret aracı haline gelmesin.” Haşr, 7
“İşinde çalışana yediğinden yedir, giydiğinden giydir, ona gücünün üstünde yük yükleme!”
Hz Muhammed (AS)
Kapitalizm sadece bir ideoloji mi? Bu soruyu sordurtan olay, Ermenek’teki son maden kazası, aynı zamanda bu yazının tasarlanmış, kurgulanmış bir tarzda akmasının da önündeki engellerden biridir. Öyle ki bugünlerde, Fuzuli’nin dillendirdiği “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” ikilemi maşeri vicdanı çepeçevre kuşatıyor. Belki “Dilce susup bedence konuşulan bir çağda, biliyorum kolay anlaşılmayacak” insanın eşref-i mahlûkat oluşu… Lakin bize ait olanın göz göre göre çalınması karşısında, kendisini sorumlu hisseden herkesin mutlaka yapacağı bir şeyler olmalı. Nedir bize ait olan? İnsanın bizatihi Yaratıcı tarafından takdir edilmiş olan, insan oluşundan kaynaklanan ontolojik değeri… Yani kendinden menkul değil, Yaradan’dan ötürü oluşan değer! İnsan, Yaratıcının hem kendisinde bulunan, hem de beşere bahşettiği Tekvin sıfatının bir gereği olarak aynı zamanda üreten bir varlıktır. Bu üretim de emek ve sermayenin bir arada kullanılmasıyla gerçekleşir. İnsanın emeğine yabancılaşması, yaptığı işin bütünüyle, ürettiği değer ile bağının kopması ne kadar gayri insani bir durum ise, sermayenin emeğe hükmetmesi, onu köleleştirmesi de aynı derecede bir durumdur, zulümdür.
Yapay afet, doğal ikaz!
Bu gerçeğe, Marx veya bazı sosyalistler onu söyledi diye değil, yazının başındaki ayet ve hadise bakarak zaten ulaşmış olmamız gerekirdi. İşçinin emeği, üretimin en sıradan ve önemsiz halkası olarak görülüyorsa, bu, sosyalistlerin haklılığını değil, anamalcılık ile arasına mesafe koymayı başaramamış dindarların Müslümanlıktan uzaklığını ve bu konudaki haksızlığını gösterir. Maden, inşaat, tersane kazaları, hatta Ege denizinde sıkça yaşanan kaçak göçmen faciaları yürek burkan, iç sızlatan insan dramları… Bunlar, devletin gücünün yeteceği, düzenleyebileceği alanlar; nitekim sigara yasağında elde edilen sonuçlar, devletin irade ortaya koyduğu ve toplumsal destek aldığı zaman kamusal alanı düzenleme konusunda başarılı olabileceğini gösteriyor. Kaldı ki, iş ve işçi kazaları konusunda çok daha geniş bir toplumsal destek, hatta tazyikten söz edilebilir. Bunun için ihtiyacımız olan şey güçten ziyade iradedir. Elbette, ülkenin refahı ve kalkınması devleti yönetenler ve halk için temel motivasyonlardan biridir. Toplu halde ve dengeli bir büyümenin var ettiği refah ortamı hem kendimiz, hem çocuklarımız açısından itiraz edilecek bir hedef değildir. Ne var ki, burada seçilen yol ve yöntemi, kullanılan araçları, birlikte iş yapılanların kişiliğini, desteklenen ve büyütülen kurumları öncelikle doğru tespit etmek, sorun çıktığında da sorgulamak zorundayız. Hesaba çekilmeden kendimizi hesaba çekmek devlet için bir erdemdir.
Üstelik hemen hemen bütün iş kazaları sonrası, o güne kadar birlikte yol alınmış olan işverenlerin abuk sabuk izah çabalarını gördükçe, insan bu zorunluluğa daha çok inanıyor. Soma ve asansör kazasının ardından yaşandığı gibi, ne yazık ki Ermenek faciası sonrası da şecaat arz eden izahlar geldi. Soma’da PR şirketini öne sürüp yeterince dramatik olan acının üzerine tuz biber eken işveren, Ermenek’te “doğal afet” bahanesine sığındı. Hemen söyleyelim, afet doğal değil yapay, yani insan işi; ama bir süredir alınan uyarılar doğal! Sadece tabiatı, ormanları, suları, hayvan türlerini, ekosistemi değil, bizzat insanı tahrip eden bir insan saldırısıyla karşı karşıyayız. Ve burada bizi uyaran, istikamete sevk eden değerler ışığında tavır almak hiç de zor değil. Öncelikle, bugüne kadar ekonomik kalkınma ve toplumsal refah adına önü açılan üretici sınıfı ciddi biçimde sorgulamamız gerekiyor. Homo economicus güya teoride rasyonel davranır ama Türkiye’de iş dünyasının son yıllarda en fazla zenginleşen kesimlerinin kritik siyasal süreçlerde, nasıl da vesayet aktörleriyle iş tutup siyasetin karşısına dikildiği biliniyor. Öte yandan, üretimin diğer şartını gerçekleştiren emekçiler, iktidarın doğal tabanını oluşturan geniş kesimin içinde yer alıyor. Mesela faciada su altında kalan 18 işçiden, kaza olduğu gün işe başlayan Osman Çoksöyler’in eşini dinleyelim ve bu işçi ile “doğal afet”çi işverenden hangisinin daha “bizden” olduğuna karar verelim: “Eşim gece yarısı gelip ertesi gün madende işe başlayacağını söyledi. O gün işe gitme diye çok yalvardım ama beni dinlemedi. Sabah namazını kılıp hazırlanmaya başladı. Yine ‘gitme’ dedim. Kararından vazgeçiremeyeceğimi anlayınca öğlen yemesi için ekmek reçel, zeytin ve peynir hazırladım. Hatta boğazından kuru kuruya geçmez diye meyve suyu yapmıştım. 20 dakika içinde kömür karasıyla yemek mi yenir, nasıl insanlık bu?”
İçimizdeki kapitaliste dur demek
Kısacık arada yemek için açık havaya çıkmaya vakti olmayan, işveren tarafından yemek hizmeti verilmediği için evden nevale getirmek zorunda kalan, sabah namazını ihmal etmeyecek yükseklikte bir dinî hassasiyet taşıyan, maişetini temin için toprak altına inerek hayatını tehlikeye atmaya mecbur olan bir adam… Bu bizim insanımız; mazeretler üreten işvereni yeterince tanıdığımız için geçelim ama “Kişi sevdiğiyle beraberse eğer” ben o işçiyle haşrolmayı isterdim.
Oysa bugüne kadar, kalkınmaya ihtiyacı olan ekonominin gerekleri adına biz o işverenin yanında olduk! Bereket, nasip ve rahmetin nerede olduğuna kafa yormaksızın, gelir gider bilançolarına odaklandık. Âdemin aynı zamanda âlem olduğunu unutup gelir dağılımındaki denge yerine, makroekonomik dengeleri gözettik. Konut arzının kısıtlı olduğu 2000’li yılların başında betonlaşma pahasına ülkenin konut sorununu çözdük. Dar gelirliye uygun evler yapıldı, sahiplerine teslim edildi. Fakat şimdi şişmiş bir inşaat sektörü, doymak bilmez bir iştahla yeni rant alanlarını kovalayıp ihtiyaç fazlası devasa binaları üst üste dikerken, konut fiyatları da şişiyor. Bu yapılaşma, kısa vadede bir hız ve rekabet ortamında süregittiği için insanı öldürüyor ama onun uzun vadede toprağa, suya, havaya ve tabii ki insana çıkaracağı yüksek maliyetleri şimdiden hesap etmek mümkün değil. Acaba kalkınmanın sürükleyici sınıfı iştahlı burjuvazi bizi nereye sürüklüyor? İşin bir diğer hayati noktası ehliyet meselesidir. Nasıl ki, bir uçağı Ankara’dan İstanbul’a gönderirken, uçaklar hakkında bilgi sahibidir diye kabin memurunu pilot koltuğuna oturtmuyorsak, her sermaye sahibine her işi de vermemek gerekmez mi? Parası olanın maden ocağı işlettiği, müteahhitlik yaptığı, riskli iş kollarında yüzlerce insanın sorumluluğunu üstlendiği bir üretim faaliyeti sürdürülebilir değildir. Her şeyden önce emanet ehline verilmeli. Farabi’nin “erdemli şehri”ni bu madenci, müteahhit, taşeron sistemiyle inşa etmeyi düşünmüyoruzdur inşallah!
Emek ve sermayenin birlikte rol oynadığı üretim faaliyetinde bizim önceliğimizin “helal” kavramı olması gerekir. Öyle olunca bereket ve rahmet de yağar. Ne pahasına olursa olsun mu büyümek, yoksa orantılı, dengeli, adil mi; buna karar vermenin vakti geçmek üzere… İnsanın ancak insanca işlerde ve insanî şartlarda çalıştığı, gelişmenin düzenli, büyümenin orantılı, gelir dağılımın adil, refahın sosyal olduğu bir düzeni ancak Türkiye’nin sosyolojisini yatay kesen siyaset inşa edebilir. Her biri, ayrı bir yapı ya da grubun çıkarlarını sistemin merkezine taşıma derdinde olan vesayet aktörleri ya da en ufak bir krizi kaosa çevirmeye hevesli solun anakronik anarşizminden bunu bekleyemeyiz. Evet, Kapitalizm sadece bir ideoloji değil, her dinden, inançtan, görüşten insanın içinde yaşayan, belirmek için uygun şartları kollayan bir canavardır. Bu nedenle, sermayecilik, Kur’an’daki “Malı yığmayı ne de çok seviyorsunuz!” ayetiyle ifade edilen insan hali, aslında fıtri bir temayülü işaret ediyor. Mal yığma işi sadece bir ideoloji olsa onunla mücadele etmek kolay olurdu elbette. Fakat mücadele ettiği duygu, fıtratın olumsuz bir niteliği olarak bizatihi insanın içinde bulunuyor ise, bu, savaşların en çetini olan nefs ile mücadeledir, cihad-ı ekberdir.Belli ki, bu bizim imtihanımız ve günün birinde biz onu arkada bırakırken iki seçenekten birini tercih etmiş olacağız: İnsan, insanın kurdu mudur, yoksa eşref-i mahlûkat mıdır?