Başlıktaki soru, bizim gibi, değil Avrupa’nın merkezine, periferisine (sınırına/etrafına) bile yerleştirilmek istenmeyen ülkelerden çok, Avrupa Birliği (AB) içinden kaynaklanıyor.
Artık tarihin yeni bir “kırılma noktasındayız” ve böyle dönemlerde toplumlar, en radikal sorularıyla hareket ederler.
Türk seçkin kadrolarının “Türkiye çağdaşlaşması” için ana reçete olarak kabul ettiği “Avrupa Birliği ile bütünleşme süreci” anladığım kadarıyla bu topraklardan gelen tepkiden çok, Avrupa’nın içine düştüğü “kendini sürekli yenileyen yıkılma sürecinin” kurbanı olacak.
Seçkinci bir hareketin sonu mu?
Genç okurlar için bir tarihi notun altını çizmek isterim: Avrupa Birliği, kıta halklarının bünyesinde yaşanan bir “dip dalga”nın değil, “siyasi seçkinlerin” yarattığı bütünleşme formülü olarak kendini gösterdi.
Bu nedenle, AB içindeki halkların siyasetteki tercihlerinden çok, Brüksel ve Strasbourg’da yerleşik ve giderek “kıtasal vesayete” dönüşen “seçkinler kadrosunun” kontrolünde geldi bugünlere…
Kuruluşundaki “seçkinci gelenek”, üye halkların tercihlerini değil, tekno-bürokratların kararlarını öne çıkarttı.
AB’nin, Soğuk Savaş’ın bitiminden hemen sonra siyasal sınırlarını NATO şemsiyesi altında garanti altına almak için genişlemesi de aynı seçkin kadronun eseriydi. O kadro, Kıbrıs Rum Yönetimi’ne, hatta Bulgaristan ve Romanya gibi çok zayıf ekonomilere kapılarını açarken Türkiye’yi dışarıda tutma kararını da Avrupa halklarına sormadan aldı.
Ama artık, duvara geldik, dayandık ve AB’nin önünde beliren duvar, bir dönem kıtanın bölünmüşlüğünü simgeleyen Berlin Duvarı’ndan daha yüksektir.
Demokrasi dağılma nedeni mi?
Herfried Münkler, önemli bir Alman siyaset bilimci. Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’ndeki dersleri, bugünlerde en çok tartışılan akademik konuların başında geliyor. Der Spiegel’e yazdığı AB’nin geleceğiyle ilgili bir dizi yazıdan birinin “Demokratikleşme Avrupa’yı Kurtarmaz: Gücün Merkezileşmesinin Zamanıdır” başlığı taşıması bu tartışmanın zeminini oluşturuyor. Münkler, parmağının arkasına saklanmıyor, AB’nin seçkinci bir hareket olduğunu, üye ülkelerin siyaset seçkinlerinin omuzlarında durabileceğini, bu nedenle halkın kurumsal yönetime yüksek katılımının çöküşe neden olacağını ifade ediyor.
Özellikle, Fransa-Almanya eksenini merkeze oturtması ve “perifer” (etraf) olarak nitelediği “Doğu Avrupa” başta yeni üyeleri dışlaması dikkat çekici. Münkler‘e göre, halkın tercihlerini öne çıkarmak, AB’nin dağılmasına neden olacak, bu nedenle, “kurumsal sistemin demokratikleşmesine izin verilmesi” büyük hata olur.
Humboldt Üniversitesi öğrencilerinin tepkisi ise internette “Münkler İzleme” bloğunu kurmak ve hocalarının “seçkinci/ötekileştirici” ders notlarına karşı çıkmak oldu. Şimdi sıkı durun: Alman medyası, bir anda, öğrencilere karşı yorumlar ile doldu, öğrencilerin yayınladığı son bildiri ise üzerinden 5 gün geçmesine rağmen bir tek Alman yayın kuruluşunda bile yer almadı.
Darbeci general Sisi‘yi Berlin’de kırmızı hali ile karşılayan Merkel‘in ülkesinin, Mısırlı muhalif gazeteci Ahmet Mansur’u, darbe mahkemesinin kararıyla Berlin’de gözaltına alması, kimseyi şaşırtmamalı.
Erdoğan çıkışlarında haklıdır
“Küresel sistem” dediğimiz kavram, bir “seçkinler ittifakıdır.” Bu nedenle, bir “beyaz” Türk ile Münkler arasında siyasete dönük yaklaşım farkı bulmanız çok zordur. Örneğin ikisi de ortaya çıkan seçim sonucu işlerine gelmediyse, “sandık her şey değildir” cümlesinde birleşebilirler.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, özellikle Mısır darbesinden sonra AB’yi sert şekilde “iki yüzlülükle” suçlamasının temelinde bu çelişki yatıyor. Avrupalı seçkinler, Mısır halkıyla değil, Mısırlı seçkinlerle işbirliğini tercih ettiler.
AB’nin, kitle iletişim araçlarıyla yönlendirilmiş, mümkünse az katılımlı ve “seçkinlerin” taleplerini karşılayan bir demokrasi anlayışı olduğunu anlıyoruz.