Politikacı “cam ev”de oturmalıdır. Bizde cami ve kamu binalarının penceresi, dışarıdan geçenlerin içerisini görecekleri şekilde yere yakın yapılır. Kapılar büyüktür ve kapatılmaz. İçeriye rüzgar ve vahşi hayvan girmesin diye deriden bir perde ile kapatılır. Osmanlıda yürütmenin merkezine “Bab-ı âlî” denir. Yani “Büyük Kapı”.
1. Meclis açıldığında içeride kürsünün arkasında “Ve emruhum şûra beynehüm” yazıyordu. Yani “aranızda şûra ile hükmedin” mealindeki ayet. Çünkü bizim geleneğimizde, “istişare ve şûra ile alınmayan bir kararda “ilahi koruma” yoktur. “İstişare” o konuda ehliyet ve liyakatı ile temayüz etmiş, bilgi ve tecrübe sahibi kişilerle istişare etmek ve verilecek karardan yarar ya da zarar görecek kişilerin sesine kulak vermek ve onların meşru taleplerini dikkate almak.
Evet “Bizden olan ulul emre iteat edeceğiz”. O “bizden olan” kişinin talimatı “masiyet” ihtiva ediyorsa “Masiyette iteat yoktur”. O birileri ise istişare ettiğini söylese de yoktur! Öyle ki, “Cübbesinin hesabını vermeden minberdeki halifenin hutbesini bile dinlemeyen” bir gelenek sözkonusu. Dahası, “Mihrinizi düşük tutun da evlilik kolay olsun” nasihatine bile “Allah’ın ve Resulün bize kural koymadığı halde, sen bize sormadan, bizi dinlemeden, bizim hakkımız olan bir konuda bize kural koyamazsın” diyen sahabenin itirazı karşısında geri adım atan bir Halife Ömer örneği var önümüzde.
Hz. Ömer bu itirazlara karşı itiraz edenleri susturmadı. Onların itirazlarını ciddiye aldı ve onların taleplerini kabul etti. Sadece Halife Ömer mi? Hatırlayalım, Allahın Resulü, bırakın hazarı yani barış zamanını, savaş şartlarında, istişare edip fikrinden vazgeçmedi mi?
Gençler saldırıdan, Resulullah savunmadan yanaydı. Gençler bu konuda bir ayet olup olmadığını sordular. Resulullah “yok” dedi. Ben öyle düşünüyorum. Gençler “o zaman düşmanı beklemeden saldırmaktan yana olduklarını söylediler. Peygamberimiz de “Tamam o zaman” dedi. Zırhını istedi. Peygamberimiz zırhını kuşanırken, gençler, fazla ısrarcı olduklarını düşünüp, tekrar gelip, bu fikirlerinden vazgeçtiklerini söylediler. Ama Resulullah “Zırhını giyen Peygamber çıkarmaz. Birlikte karar verdik, birlikte gideceğiz” dedi. Fakat saldırı başarısız oldu. Gençler hata yaptıklarını düşündüler ve gelip Resulullaha “Allahın Resulü bizi affet. Bundan sonra siz bir şey söylediğinizde, Allah’a yemin olsun ki, biz ağzımızı bile açmayacağız” dediler. O sırada ayet nazil oldu. Hayır, onlar doğru yapmışlardı. İstişare edip öyle karar vereceklerdi. “Musalla taşında meyyid” olmayacaklardı. Bilmedikleri bir şeyin peşine düşmeyecekler, anlamaya çalışacaklardı. Akleden bir topluluk olacaklardı. Kafalarını kiraya vermeyeceklerdi. “Öl de ölelim, vur de vuralım” demeyeceklerdi. Her şey Allah’ın rızası istikametinde olacaktı. Allah, Resul ve kitap esas alınacaktı. İstişare bu olay sırasında farz kılındı.
“Tanrı/Kırallar”a, “Monark”lara, “sözü kanun olanlara” karşı bir savunma kalkanı oluşturacak, “Raina” demeyecek, “Unzurna” diyecektik!?.
Bir sürü ufak adam, birilerini yücelterek, onun gölgesi altında onun adına “amir” oldular. Tarih Ağalarından daha zalim kahyaların kanlı cinayetlerinin hikayeleri ile doludur. Kahyalarının yaptıklarından sorumlu tutulup saltanatlarının yıkılışını gören sultanların sayısı az değildir.
Siyaset güven değil, denetim müessesidir. Sabır gerekir. Öfke değil teenni gerekir. Gel-gitler hep olur. Konjonktürel dalgalanmalara açıktır. “Bin kere tevbeni kırmış olsan yine gel” demesi gerekir siyasetçinin. Hz. Yusuf kardeşlerini affetti. Hz. Muhammed (AS), Mekke’nin fethi günü tavaf için Kâbe’de toplananlara hitap ederken, “Kardeşim Yusuf’un kardeşlerine söylediği gibi söylüyorum” diyordu. Taif halkını ve ötekileri affetmişti.. Vahşi’yi affeden Resul, Hz. Ömer örneğini yaşamıştı. Hz. Osman’ı öldürmeye gelenlerin başında Hz. Ebubekir’in oğlu vardı ve o da daha sonra yaptıklarından utanmış ve bağışlanmıştı.
Siyasi makamın kapısı kapanmaz! Bizim gelenek böyle.. Kapısı yok ki kapansın.. Düşünsenize, Hindistan’da, Müslümanlar ve Hindular arasında on yıllardır anlaşmazlığa konu olan Babri Camii’nin 1992’deki yıkımına katılan Hindu Balbir Singh isimli; ki, Müslüman olduktan sonra “Muhammed Amir” adını almış ve 90’dan fazla caminin inşa ve onarımını gerçekleştirmişti.
Bakın, bizim geleneğimizde sonuca dayalı ihtimal hesapları ile akıl yürütme yapılmaz. “Şöyle olur ya da olmazsa böyle olur ya da olmaz” şekilde ihtimal hesapları, sorumlulukların yerine getirilmesi için gereklidir yoksa sonuç sadece o şartlara bağlı değildir.
-Her topluluk layık olduğu gibi idare olunur. Biz kendimizi değiştirmezsek, O, bizi değiştirmez. Dolayısı ile değişmesi gereken yöneticilerimiz değil, liyakatımızdır. Başımıza gelen peygamber de olsa, O’nun kurtarıcı gücü yoktur. O, kurtuluşa çağırır.
-Bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilir.
-O bizi, mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle, Hz. Yusuf örneğinde olduğu gibi, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. Ayrıca Allah (cc) servet ve iktidarı halklar ve ülkeler arasında evirir, çevirir.
-Öte yandan hep şunu aklımızda tutalım: “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak/perişan eder misin Allahım.”
Yani adaylarınız, amirlerini kötü ya da İlahi rızanın tecellisine vesile olmayacak, cahil, zalim, fasık, yolsuzluk yapan, torpil yapan, rüşvet alan, ehliyet ve liyakat gözetmeyen, adil davranmayan biri ise, o da, onu tayin eden de vebal/sorumluluk altındadır.
Allah’ın kolaylaştırdığından daha kolay ve Allah’ın zorlaştırdığından daha zor bir iş yoktur. O kötü huylulara işi emanet ederseniz, emanet edenlerin de, o zalimlerin zulmüne terk edilenlerinden vay haline.