Süleyman Seyfi Öğün Yenişafak gazetesindeki yazısında Süleyman Demirel’i dönemler halinde değerlendiriyor.İşte o yazı…
Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel hayâtını kaybetti. Böylelikle 1960-1990 arasına hükmetmiş siyâsetçiler neslinin son üyesi de dünyâdan ayrılmış oldu. Allah rahmet eylesin.
Bana öyle geliyor ki, ölüm en az iki katmanlı bir olgu. Ölüm, şâirin dediği gibi , “dönüşü olmayan bir sefer”. Bu, doğrudan ölen ile âlâkalı metafizik bir katman ve o katmana dair söylenebilecek hiçbir şey yok. Diğer katman ise ölümün bu dünyâdaki algılanışı; yâni “kalanlar” ile âlâkalı. Hâsılı, ölümün dünyevî tarafından bahsediyoruz. Bu katmana gelince, söylenecek çok şey olduğunu düşünüyorum.
Ölümün dünyevî etkileri iki boyutlu ele alınmalıdır. Bu etkilerin, ölenin “birinci dereceden” yakınları ile “ikinci ve üçüncü dereceden” yakınları için aynı olması beklenemez. Türkçe bir hikmetin ifâde ettiği gibi, “ateş düştüğü yeri yakar”. Yâni, ilk halkanın acısı, muhtemelen diğer halkaların duygularının çok daha derininde ya da uzağındadır. Hâl böyle olunca, ikinci ve üçüncü halkalara düşen, bu halkaya sessizce saygı duymak ve elden geldiğince destek olmaktır.
Türkiye’de toplumsal kültür zaman içinde elbette ki dönüşüyor. Özellikle cenâze törenleri bu dönüşümü çok berrak gösteriyor. Benim de çocukluğumdan hatırladığım o vakûr ve saygılı bir sessizlikle demlenen cenâze törenlerinin yerinde artık yeller esiyor. Cenâze törenleri adı konmamış bir gösteriye dönüşüyor. Susmak ve yapılması gerekenleri gösterişsiz bir şekilde yapmak yerine, “ikinci ve üçüncü halka”nın aktörleri garip davranışlar sergiliyor. Hele hele, ölen kamusal tanınırlığı olan bir kişiyse ve işin içine medya da karışmışsa tablo, iyiden iyiye “absurd” hale geliyor. Allah’ın emriymişçesine anlamsız ve yer yer de çam deviren konuşmalar yapılıyor. Geçenlerde hayâtını kaybeden bir tiyatro oyuncusunun cenâze töreninde konuşan birisi, “herhâlde öbür tarafta câzip bir prodüksiyon vardı ki, gitti” gibi saçma sapan bir ifâdede bulundu.
Cenâze törenlerinin bir diğer boyutu ise, toplumsal ikiyüzlülüğümüzü sergilemesi açısından son derecede ilginç manzaralar sergilemesidir. Ölenin hayırla yâd edilmesi genel bir ilke olabilir. Ama bu o kişinin “melekleştirilmesi” anlamına gelmiyor herhalde. Artık Türkiye’de “ölüm kültürü” başlıbaşına bir aşırılık fenomenine dönüştü. Hayırla yâd etmek geleneği, abartılı bir anjelizme dönüştü.
Merhum Süleyman Demirel’in ölümünün ardından tanık olduklarım bunları düşündürdü. Özellikle de medyanın desteği ile, Süleyman Demirel’den modern bir evliyâ türetmeyi becerdiler. Toplumsal ikiyüzlülüğümüz bu törende ayyuka çıktı. Hâlbuki buna hiç gerek yoktu. Demirel çok daha ölçülü, ama çok daha inandırıcı bir törenle ebediyete uğurlanabilirdi.
Yakın siyâsal tarihimize damgasını vurmuş olan merhum Demirel üç ayrı etapta değerlendirilmelidir. 1960’ların büyük yatırımlara imzâsına atmış, toprağı su ile buluşturmuş başarılı bir teknokrat siyâsetçisi olarak Demirel, hiç kuşkusuz, çorak toprakları hatırlayan köylü nesillerce hayırla, minnetle yâd edilecektir. Ama bunun dramatik, nankörlüğe bile dönüşebilecek bir sınırı var. Türkiye’de artık nüfûsun kâhir ekseriyeti kentlerde yaşıyor. Üstelik, bu yeni büyük kentli kütleler toprağa küsmüş durumdadır. Baraj yapmak ve su ve sulama ihtiyâcını karşılayan işlere imzâ atmak, artık özel bir övgünün konusu olmaktan çıkmış durumdadır. Dolayısıyla Süleyman Demirel’in 1960’ların “barajlar kralı” olarak yâd edilmesinin toplumdaki duygusal karşılığı azalmaktadır.