Etyen Mahcupyan Akşam gazetesindeki yazısında “çözüm sürecini” ele alıyor ve Kürt siyasi tavrının çözüm sürecininivme ve yönünü tayin edeceğini söylüyor.
Çözüm süreci son dönemin en ciddi demokratik ‘değneği’ oldu. Yoldan çıkma eğilimi gösteren kim olursa olsun çözüm süreci ile sınandı ve istemese de gerisin geriye dönüp yola devam etti. Bu anlamda ‘eğitici’ bir rolden söz etmek mümkün… Taraflar topluma taahhüt ettikleri ve sahiplendikleri bu ortak yolu kendi demokrasi anlayışları için bir referans olarak görmek zorunda kaldılar. Dolayısıyla şiddetten uzak duruldukça eskiye dönme ihtimali azaldı. Bunun anlamı istense de şiddete başvurulamayacağı değil. Şiddet yolu her zaman açık ve sürecin değeri de buradan geliyor. Bu tür süreçleri oluşturmak zordur, çünkü daima birden fazla siyasi aktörün belirli bir zamanda ve ortak telakki ettikleri bir yol haritası üzerinde uzlaşma iradesini gerektirir. Oysa süreçleri durdurmak, bloke etmek ya da tersine çevirmek çok daha kolay. Taraflardan birinin kendi kararı ile bunu yapmasını engelleyecek herhangi bir güç yok. Bu nedenle şiddete dönme de, eğer istenen bir şeyse kolayca yapılabilir. Ancak barış ortamı devam ettikçe bu adımı atmanın ahlaki ve siyasi maliyetinin arttığı açık. Söz konusu maliyetler şiddete dönenin meşruiyetinin azalacağını ve topluma yabancılaşarak marjinalleşebileceğini hatırlatıyor.
Bu nedenle 6-8 Ekim olayları Kürt siyasi hareketi adına epeyce akılsızca oldu. Zaten eğer akıllıca olsaydı devam ettirilirdi. Yanlıştan çabuk dönülerek ‘yola devam’ kararının tescil edilmesi, Öcalan veya HDP adına bir basiret olarak görülebilir ve bunu da esirgememekte yarar var. Sürecin tarafları bugüne dek karşısındakilerin yanlışlarını öne çıkaran bir strateji etrafında güç gösterisi yapmayı tercih etseler de, belki bundan sonra karşısındakilerin doğru adımlarının da hakkını vermenin ne denli önemli olduğunu idrak edebilirler. Ancak her iki tarafın da içine sindirmesi gereken asıl gerçek muhtemelen şu: Çözüm sürecinin asıl belirleyici ve sürükleyici aktörü giderek bir üçüncü şahıs olarak toplumun geneli, ama daha siyasi anlamda Kürt toplumunun kendisi olmaya doğru gidiyor.
Kürt toplumu bütün iç siyasi farklılıklarına rağmen, çözüm sürecinin serencamı içinde bir sağduyu zemini geliştirdi. Hayat siyasi kırılmaların ayrıştırıcı gücünü azalttı. AKP ile PKK çizgileri arasında bir ‘gri alan’ oluşturdu. Bu davetkar ortamda her iki aktöre de daha nesnel bakabilen insanların sayısı artmakla kalmayıp, bunlar arasında ‘konuşmalar’ da arttı. Bunun en kritik sonucu PKK/HDP’nin bizzat kendi tabanı ve seçmeni karşısında, belki de ilk kez başkalarının da duyabileceği bir eleştirel algı ile karşı karşıya kalması olacak. Kürt coğrafyasının iktisadi ve sosyal değişiminin hızlanması, öncelikle kendi içindeki siyasetin düzeyi üzerinde bir basınç yaratacak.
Hükümetin işi bu açıdan göreceli olarak daha kolay gözüküyor. Ama buna karşılık hükümetin doğru yolu sürdürme sorumluluğu kaçınılmaz olarak daha fazla ve yanlış yapma durumunda ödeyeceği bedel de daha yüklü. Başbakan’ın duruşu ve söylemi konunun ciddiyetinin fazlasıyla farkında olunduğunu ortaya koyuyor. Nitekim eğer bu duruş olmasaydı, bugün 6-8 Ekim’in böylesine büyük bir hata olarak tanımlanması da siyaseten mümkün olmazdı.
Açıkça görülüyor ki çözüm sürecinin içinde kalarak ilerleme baskısının ötesinde, her bir tarafın doğru yöndeki tutumu diğerini de aynı yönde ilerlemeye mecbur ediyor. Ve bu noktada Kürt siyasi hareketinin göreceli avantajı var. Çünkü sonuçta mağdur ve haklı olandan, hak talebini seslendirme meşruiyeti olandan söz ediyoruz. Dolayısıyla gelinen noktada, yani hükümetin bu süreci bir devlet politikası haline getirmesi ve kendi dönüşüm stratejisinin asli parçası kılması ile birlikte, ‘doğru’ davranan bir PKK/HDP çizgisinin hükümeti bir sonraki aşamaya doğru ‘sıçratması’ kaçınılmazdır. Bunun siyasi maliyetlerinden söz edilecek olsa bile, hükümetin bu fırsatı elinden kaçırma ihtimali az olacak ve gerekli riski alma isteği çok daha yükselecektir.