Ahmet Taşgetiren’in Star gazetesindeki yazısı…
Evet “Siyasal İslam” damgalaması Erbakan hareketine yönelikti ve “Batı Çalışma Grubu”nun ana hedeflerinden birisi o idi. Ama diğer İslami hizmet grupları da şöyle veya böyle “tehdit değerlendirmesi” kapsamı içindeydi. Gülen hareketinin de o dönemde belki de ilk sıralarda hedef seçildiği doğrudur. Bu harekete yönelik suçlama “devlete nüfuz” suçlaması idi. Asker söylemi şöyle idi: “Biz aslında dindarlara karşı değiliz, askeri hiyerarşiyi ortadan kaldıran aidiyetlere karşıyız.”
O dönemde Camia kritik bazı tavırlar sergiledi:
– Öncelikle Erbakan’ı suçladı. Yalçın Doğan’la gerçekleştirilen TV programı bu noktada çok kritiktir.
– Dönemin en büyük mücadele alanı olarak görülen başörtüsü konusunda 28 Şubat şablonuna boyun eğildi. Bu da Gülen’in Ertuğrul Özkök’e verdiği “Füruat – teferruat fetvası” ile gerçekleşti.
28 Şubat’ın medya ayağında iki aktör böylece Gülen silahını Erbakan’a ve başörtülü genç kızlara karşı kullanmaktaydı. O dönemde Gülen’e bağlı başörtülü genç kızların başlarını açmaları, kendi bünyelerindeki etkiden öte “direniş çözücü” mahiyetiyle ayrı bir özellik kazandı.
O dönemde mücadele edenler vardı, yanı başındakileri kurban vererek kendilerini kurtarmak isteyenler oldu. Ben bunu o dönemde güçlülere, zorbalara yönelip “Beni alma onu al” yaklaşımında bulunmanın sakatlığını işaret eden, “Sarı inek psikolojisi”nin kimse için kurtarıcı olmayacağını belirten yazılar yazdım.
Sonra mücadeleler, mücadeleler verildi ve 28 Şubat’tan 5 yıl sonra Ak Parti iktidarı geldi.
Ak Parti iktidarı döneminde de mesela İlker Başbuğ’un zaman zaman yaptığı açıklamalara baktığımızda Gülen Hareketi’nin devlet içinde “hiyerarşi dışı paralel yapı” oluşturduğu görüşünün ortaya atıldığını, ancak bunun Ak Parti liderliği tarafından bir şekilde göğüslendiğini söylemek mümkün. MGK ortamlarının böyle bir gerilim içerdiği bilinir.
Artı, iktidarın, Gülen Camiası’nın 28 Şubat günlerinde yaptıklarını yeniden hatırlamakta, dolayısıyla o harekete tavır koymakta yarar görmediğini görüyoruz. Aksine, Camia’nın kadrolarıyla birlikte hareket etmenin tercih edildiği gözlemleniyor.
Bu yeni dönemde, diğer İslami hizmet yapıları da, Camia’ya karşı “Siz 28 Şubat’ta şöyle şöyle hareket ettiniz, şimdi hangi yüzle…” gibi bir tavrın içinde olmadılar. Belki bunda, yeni dönemde hala zaman zaman başını gösteren statükoyu geriletmenin öncelik kazanmasının da etkisi vardır.
Ancak bir kırılma noktası oldu ve Camia, tıpkı 28 Şubat günlerinde Erbakan’a karşı harekete geçtiği gibi Erdoğan ve Ak Parti’ye karşı harekete geçti.
Erbakan olayında kritik nokta nedir, bununla Erdoğan’a yönelik kalkışma gerekçesinin bağlantısı var mıdır?
Erbakan’a karşı hareketlenmenin arkasında Camia’nın dış bağlantısının etkisini henüz net göremiyoruz. Çünkü o dönemde Camia’nın dış ilişkileri bu kadar yaygın değildir.
Ancak Erdoğan’a ve Ak Parti’ye karşı kalkışma ile dış bağlantılar arasındaki paralelliğe baktığımızda o dönemde de, Erbakan’a karşı geliştirilen uluslararası tavrın bir boyutunun Camia üzerinden devreye sokulduğunu düşünebiliriz.
Kırılma noktası Camia’nın uluslararası ilişkilerini etkin Yahudi lobisi ile bir şekilde irtibatlı olması mıdır? Ben, kendi içimde, genel anlamda “Dialog” başlığı altında ilerleyen bu ilişkilerin uluslararasına açıldığınızda kaçınılmaz olarak önünüze çıkacağını, düşmanlıkla yürünemeyeceğini, bir şekilde düşmanlığın bertaraf edileceği bir iletişim zemini oluşturmak gerektiğini düşünerek tolere etmiştim. Ancak her halükarda riskli bir ilişki idi bu. Bu odaklar tarafından kullanılma riski her zaman mevcuttu.
Bakıyoruz, Ak Parti Hükümetinin Ortadoğu politikaları, özellikle İsrail zulmüne karşı takınılan tavır, Camia’nın kırılma noktası oldu. Erbakan Hoca’da da İsrail zulmü konusunda Erdoğan’la aynı hassasiyet bulunduğunu biliyoruz.