Toplum olarak iyice savrulduğumuz, bizim gibi düşünmeyeni kıyasıya eleştirdiğimiz şu günlerde kimsenin aklına bir durup kendine bakmak gelmiyor. Herkes kendinden geçercesine karşısındakine en iyi yergiyi yazmanın, yüksek belagatla hakaret etmenin, ifratın, tefritin derdinde… Taşlar havada uçuşuyor ama tam da “ilk taşı günahsız olan atsın” denilecek günlerden geçiyoruz.
İşte böylesi günlerden geçerken, eşe-dosta, sağımıza-solumuza, kardeşimize-ağabeyimize soralım dedik; “biz nerede hata yaptık?” diye. Bu toprakların şairleri ve yazarları olarak bir özeleştiri davetiydi bizimkisi. Edebiyatta, sanatta, siyasette, ticarette… Genel bir soru(n) olarak “biz nerede hata yaptık?”
CİHAN AKTAŞ
“O denli mükemelliyetçi ve yeryüzünde cennet yaratma konusunda iddialı söylemlerle yola çıktık ki hayal kırıklığına uğramamız kaçınılmazdı.”
Ufuklar “milyonluk manzara”larla kapanmakta. Dolayısıyla haklı sorunuz. Gezi Parkı’nda şehri ve yeşil alanı savunan eylemlere hazırlıksız yakalandık. Arka planda komplolar varmış, bunu öngörmeyenlerimizi saflıkla suçladık. İnsana, tabiatı okuyarak hidayete ulaşabilir şeklinde bir kıymet yüklemenin saflığı işte… (Oysa) bize ait, bizim şehir ve tabiat duyarlığımızdan, maddi medeniyet eleştirilerimizden kaynaklanan soruları “çapulcular” nasıl olabilir de sahiplenebilirdi? 1960’lardan itibaren ruhsuz kentleşme eleştirisini dile getiren metinlerin altında İslami duyarlığa sahip şair ve yazarların imzası yok muydu?
Geçtiğimiz günlerde bir “narodnik” tartışması yaşandı medyada, İsmet Özel’in bir açıklamasına binaen. Halka öğretmeye giden narodnik’ti İslami kesimin aydını, tebliği çoğunlukla böyle anlıyordu. Kültürü araçsallaştıran pragmatist yaklaşımın yanında, halktan öğrenmeyi ciddiye alan, öğrenmeyi bir söyleşi esasına dayandıran eğilim pek kaale alınmıyordu doğrusu. Oysa eseri canlı kılan bu iki yönlü beslenmedir. Bunun yanı sıra şiirle, romanla ilişkimiz de netameli. Kitap sanki gençlik çağının duyarlıklarına cevap veren bir ekran gibi algılanıyor kimi bilinçlerde. Yıllar geçiyor, aynı kitaplardan aynı mısralar ve cümlelerle sürdürülüyor, kitap atıfları.
Bazen yazıyı, şiiri fazlasıyla saygıdeğer, yüce, öyle ki hayatın dışında bir yerde, yukarılarda görmekten de ileri geliyor bu geri çekilme veya geri plana düşürme; Dostoyevski kahramanının dediği gibi, yapılacak daha acil işler var. Gelin görün ki şimdi bir de ekrana yakalandık. Şair ya da yazar varlığına ekran dolayımıyla inandırabilir, artık eser değil onun gazete ve ekrandan nasıl ifade edildiğidir önemli olan. Dolayısıyla bir hatadan söz edilecekse, araçların engelini hesaba katmak gerekir. Kaldı ki hata olarak görünen sıklıkla edebi kamunun çalışmakla, vukufiyetle, dille ilgili olmayan elemelere dışlamalara kayırmalara dayalı hakkaniyetsiz yapısı. Şair şirini yazıyor, romancı romanını; ancak görme kriterleri, gösteren penceresi değişmiyor. Muhakkak ki sorun marazi bakışımızda: Gösterme penceresi ilgilendiriyor bizi maalesef; Deleuze’un İki Delilik Rejimi’nde anlattığı kıymeti temellük eden, kitaba ihtiyaç duymadan da yapabilen medya penceresi. Kitaptan daha önemli olan, kitap üzerine gazetede basılmış yazı ve bunu mümkün kılan da çoğu zaman, yazarın sunduğu kitabıyla hayatını (kişiliğini) aynı habere yerleştiren “olay”.
“Muhafazakar sanat” tartışmaları sırasında bunu yazmıştım: Müslüman varsıllar kitaba, yayıncılığa destek vermeyi 1980’lerde olduğu kadar önemli bulmuyorlar. Bunun açıklaması ise kitabın artık eskisi kadar okunmuyor oluşu. Oysa okuma yollarının çoğulluğu üzerinden topyekun bir kültürel faaliyet desteklenebilirdi pekala. Sanat ve edebiyat bir lüks, olmuş bitmiş bir kültürel unsur muamelesiyle konuşuluyor bu durumda. Oturmuş kalıpların dışındaki arayışlar bozguncu muamelesiyle karşılanıyor. Geleneğin zarar göreceği endişesi, devrimci ve farklı üsluplara geçit vermek istemiyor.
Hep “solcu” yazar ve sanatçıların dil ve edebiyat seviyesi üzerinden değerlendirildiğimize dair bir kanaatin sebep olduğu bir yılgınlıktan da söz edilemez mi? “Ne yazarsan yaz, ideolojik sebeplerle kıyıda köşede kalacaksın…“ Cumhuriyet öncesi yazılı kültürümüzle aramıza yüksek duvarlar örüldü, tamam. Peki, kaç kişiye ulaştırılabildi Diriliş’in, Edebiyat’ın dil devrimi…
Kitap artık biricik okuma aracı değil, doğru. Türk sinemasının yüz akı filmlerinden “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”, önemli bir başarı deneyimi. İçinde bulunduğumuz yıllarda sanat ve edebiyat enerjisi sinemada olduğundan çok siyasete akıyor. Roman yazarları, siyasi yazılar yazıyor, televizyon programları yapıyorlar. Bu da bir tür varlık mücadelesi, elbet. Ancak herhalde roman temsilinde edebiyat ve sanata yeterince inanılsaydı, romancı masasının başında çalışmaya devam ediyor olurdu.
Kuşkusuz tamamen siyah ve gri bir manzara da değil görmeye çalıştığımız. Ben hep şöyle düşünürüm: O denli mükemelliyetçi ve yeryüzünde cennet yaratma konusunda iddialı söylemlerle yola çıktık ki hayal kırıklığına uğramamız kaçınılmazdı. En büyük yanılgılardan biri hedefi varılmış, başarıyı elde edilmiş, ideali gerçekleştirilmiş olarak varsaymaktır da… Oysa siyasal mücadelede olduğu gibi kültürel alanda da daima yolda olmak gerekiyor. Bizler çok şey söylemek isteyen alfabe engelli bir toplumun dil muharipleriyiz. Kelimelerimiz eksik ya da fazla. Hep bir tür geçiştirmeyle sürüyor kültürel hayatımız. Bu nedenle dayatmalar kadar baskına uğramalar da tabileşiyor. Sezen Aksu dinlerken kadın sesinin haramlığı üzerine konuşmaktan, bu alandaki tartışmaları üstlenmekten kaçınıyor olmak gibi… İmar ve inşa alanında önemli hamleler sürerken kültürün sola teslimini tabii karşılayan yaklaşım yeterince açıklayıcı. Şiir okuma gecelerinin yerini Gülhane tarzı pop festivalleri nasıl almasın? İnsana hizmet için yapılan yatırım sürerken, doğrudan insana yatırımda gecikmeler ve yanılmalar yaşanıyor.
Ne şair ne de yazar politikacı gibi konuşmalı, yazmalı. Hesaplı kitaplı olmalı değil, yürekten yükselmeli cümleler. Aksi takdirde konjonktür tarafından araçsallaştırılan, geçici bir bağlamda duygusal ya da tamamen pratik nedenlerle malzeme kılınan metinler ve şiirsizlik hali bir salgına dönüşebilir.
ERCAN YILMAZ
“Söz’ü ayağa; şiiri ‘Dil’e düşürdük…”
Hz. Peygamber’in ‘Allah güzeldir, güzeli sever.’ hadis-i şerifi pek bir şey uyandırmıyor artık zihnimizde maalesef. Yahya Kemal’in o veciz ve manidar ifadesi ‘Mısra benim haysiyetimdir.’ felsefesinden çok uzağa düştük. Şiiri, Hakikat’in ‘ideolojik aygıt’ı yaptık! Fuzûlî’nin ‘Bilgisiz şiir, temelsiz duvara benzer.’ düsturunu kulak ardı ettik; ‘Aşk imiş her ne var âlemde’ mısraındaki hikmeti kavrayamadık. ”Derûnî ahenk’, ‘sihirkâr tesir’, ‘büyü üretimi’ gibi kavramları dikkate değer bulmadık. Sloganlarla, fragmanlarla, aforizmalarla şiir kurmaya çalıştık. Şark’ın temel hususiyetlerinden olan usta-çırak ilişkisini küçümsedik şiirde. Gelenek’le ‘sahih’ bir ilişki kuramadık. Şiiri ‘ego’ inşası için vasıta kıldık. Kendimizi bilme’nin, zâtımıza hoşça bakmanın vesilesi yapamadık şiiri. Kelime işçisi şairin rolü, maalesef, ‘yeryüzünde kalıcı olanı kurmak’ değil, kendisi gibi olmayana düşmanlık beslemek oldu. Zarifoğlu’nun şiirin ‘tez değil duyarlık’ işi olduğu tespitini kavrayamadık. Birbirimize yaklaşamadık, Kitâb’a yakınlaşamadık. Şark’ın şiirini yazmak için, Şark’ın şiirini bilmek gerekir; hakkıyla bilemedik. Söz’ü ayağa; şiiri Dil’e düşürdük… ‘Edeb ya Hû’ kapısından giremedik çoğu zaman; şiiri ‘öpüp başımıza koyduğumuz ekmek gibi aziz’ bilemedik.
GÜLCE BAŞER
“Edebiyat iktidar odaklarıyla uzlaştı: Birbirlerinin işine burunlarını sokmamaya başladılar.”
Geçen aylarda bir dosya için davet almıştım, “şairleri niye sevmeliyiz,” gibi bir başlığı vardı. Çok kara bir yazı yazdım, sonra dosyaya katılmaktan vazgeçip yollamadım. Girizgâhı sonradan beni de ürpertti: “Ekim ayında Gümüşlük’te yaşayan kuzenime uğramıştım. Birkaç arkadaşıyla tanıştık. Biri hiç pişmanlık duymadığını söyledi hayatta… Gıcık bir anımdı, “Niye,” dedim, “bence insanın pişmanlıkları da olmalı. İnsana benzemesi için, pişmanlık insanca bir şey, hatta gerekli bir yüzleşme!” Bu cümleyle bir anda sular derinleşiverdi, adamcağız gözümün içine bakarak konuşmaya başladı, en kötüsü özeleştiriye geçti… Bana sorarsanız gerekli bir çıkış değildi, neden yaptığımı hâlâ bilmiyorum. Başka bir şeylere tepem atıktı aslında, o güzelim ikindinin öyle bir konuya ihtiyacı yoktu yoksa. Özür dileyerek başka konuya geçmeyi denedim. O sırada kuzenim ‘Gülce şairdir,’ dedi, başımdan aşağı kaynar sular indi: ‘Ne yaptın Şeyda, şurada yarım saattir yarattığım karizmayı yerle yeksan ettin!’ Gülüyordum bunu söylerken, espri yaptığım sanıldı, oysa ciddiydim. Pişmanlığa ilişkin küçük çıkışım, şair kimliğimin gündeme gelmesiyle ekşi bir “arıza” gösterisine dönüşmüştü, acı acı espri yaparak pozisyonu kurtarmayı denedim.” Ruh halimi yeniden gözden geçiriyorum: Orada inandığım bir fikri tartışmaya açmıştım: Yüzleşme ve pişmanlık. Pişmanlıksız yüzleşme olmaz ve pişmanlık son derece can sıkıcı bir duygu. Ama sağlıklı ve gerekli. Kuzenimin şair olduğumu vurgulayış anına dönüyorum: Bir gerekçelendirme gibiydi, “O, böyle şeylere kafayı takar, bilirsiniz şairler böyledir.” Derin şeylere kafayı takmak da yüzleşme gibi “kullan at” yaşam anlayışıyla kendi doğrularımız da dahil her şeyin anında değişmesinin meşrulaştığı bir dünyada, artık “ezik” sözcüğüyle eş anlamlı hale gelen “şair”likle açıklanması iyi olan bir davranış olarak okunabilir gibiydi.
Lafı dolandırmayacağım: Zaten üzülecek, bozulacak bir şey yok, edebiyatçının incelikli düşünen biri olduğu da ona incelikli düşünen biriymiş gibi davrananlar için bile klişe haline gelmiş bulunuyor. Artık yazarlar, şairler… Bir duruşa sahip olması gerekmeyen, hatta duruş sahibi olmayı yaratıcılığı sınırlayan bir nitelikmiş gibi iteleyebilen kişilerdir. Şansları varsa bir şöhrete kavuşur, ayıp olmasın diye belli sosyal olaylarda da görüşleri alınır, ne olsa Rifat Bali’nin yıllar önce yaptığı tespite uygun olarak “uzman” da değillerdir. Amorf, gönül insanı gibi davranabilen, marjinalliği böylece hoşgörülebilen sanat kişileridir. Böyle birini sevebilir, yazdıklarından hoşlanabilirsiniz ama pek de saygı duymazsınız, onu siz okurlar var etmişsinizdir. Edebiyatçı olmak gibi bir niyetiniz yoksa, ondan kötü bir şey işitmekten de korkmazsınız, muhtemelen işitmezsiniz de zaten. Aslına bakarsanız bence duruş önceden değil, sonradan oluşan bir şeydir. Bir yazar ya da şair metni sözcüklerle kurar ve bir şey der, onu da önceden denilmemiş gibi söylemeyi ister. Doğru mu? Doğru. Bunun için sözcükleri düşünmek anlamlıdır, bu da doğru. Aslında bu tanıma içkin olan sınırsızca, bir yer gelip ötesini düşünmekten korkmama cesaret ve becerisidir.
Günümüz edebiyatçıları söylemlerin kalıplarından rahatsız değil, 70′lerde değildi, ne değişti? Sadece yön değişti. 70′lerin uğursuz mirası mevcut söylemler içinden üretmek aslında 80′lerde aşılmadı: Sadece söylemlere biraz mesafe kondu. Söylemlerden kaçılıp sözcüklerin arkasına saklanıldı, herkes böyle yapmadı, görünmeyen kimlikler, toplum kesitleri, yani eşcinseller, yani kadınlar, yani yer altı insanları biraz ortaya çıktı, bu da iyi bir şeydi. Ancak söylem bloklarının kırıldığını söyleyebilir misiniz? Yapanlar var. Oldukça münferit. Başaranların adını biliyoruz, zaten. Ancak bir bütün olarak edebiyatın itibarını koruyacak bir siyasetten, burada siyaseti çok geniş anlamıyla kullanıyorum, bireysel siyaset de dahil, söz edemiyoruz. Dilsizler dillendi, bu yeni oldu. Bir sonraki adım dillerin sigaya çekilmesi olacaktı, olmadı, olamadı. Edebiyat iktidar odaklarıyla uzlaştı: Birbirlerinin işine burunlarını sokmamaya başladılar.
Geldik bugüne… Siyasi ve toplumsal hareketler edebiyatta karşılığını ne ölçüde bulabiliyor? Muhalif bir dil üretildi mi? Yanıt hayırsa, o zaman bir kesim hâlâ Nâzım Hikmet öbürü de Sezai Karakoç diyecektir. İkisi de büyük şair. Edebiyatın içindeki kişileri kastetmiyorum, “kesim” sözcüğünü kullanırken, okur penceresinden konuşuyorum. Bu iki figür, görkemli sanatlarının yanı sıra büyük duruşlara da sahip kişiler, doğru mu, doğru. Devletin büyük ödülünü reddedebilen bir şair, her zaman durması gerektiği yerde duruyordur: İktidarın her türlüsüne mesafeli… Zaten özgün, yeni bir dil üretmek için şart olan da yürürlükteki dile mesafe koymaktır. Bir açıdan özgün sanat evet özgün de düşünce demektir. Özgün sözcük kurguları, mevcut olanlara mesafe kurmadan yaratılamaz. Büyük sanat aslında büyük duruştur, itirazı olan? O kara yazımı paylaşayım mı diye baktım, içimden gelmedi. Aslında ilk dosyaya verdiğim yanıtı sorun eden, ancak olumsuzluğuyla beni daha çok heyecanlandıran ve yazma isteği uyandıran “nerede hata yaptık” sorusunu böylece yanıtlamış olayım.
MUSTAFA MUHARREM
“Koroya katılmayı tarihin çöplüğüne atılmamanın şartı kabul ettik.”
Biz hata yapmadık, organize yanlışın altında kaldık sadece. Zaman kurucu özneyi yaşananlara izin veren yüksek ve aşkın ilke olarak algılamaktan korkarak, akışın betimlenmesi üzerine bir dünya ilavesi yaptık. Dekor tamamlandı. Sıvışma kurnazlığını ‘cesaret’, istikamet kaybını ‘yol’, kelimeyi ‘kumanya’ saymak herkesin balonunu şişirdiği için, bu koroya katılmayı tarihin çöplüğüne atılmamanın şartı kabul ettik. Biz ‘doğru’da mıydık peki? Hayır. Fakat içine yuvarlandığımız çağ da ‘yanlış’ı koyultarak dayatırken insanın müesses kirinden bağımsız davranmadı.
ÖMER ERİNÇ
“Varoluş köküne ilgisizlik ve yabancılaşma insanımızın savruluşunu hızlandırdı.”
Okumayan bir toplumuz. Okuyup yazanların bile birbirinden habersiz oldukları bir dünyada yaşıyoruz. Hemen herkes, kendi ‘kurtarılmış adacığında’ sesleşiyor. Bu sesleşmeler de dikkat oluşturma yerine dikkat öğütme çarkına dönüşüyor. Kimi/kimsesi olmayan yalnızlıkların dönencesinden hayata bakılıyor. Okumak eylemi, anlamak eylemine dönüşmeden tüketmek tutumuna ekleniyor.Dolayısıyla hayatın oburu olarak yaşamak düşüyor insanın payına.
Elbette bu hâle gelinmesinde birtakım nedenlerden söz edilebilir. Dünyevî hırsların insan kalbini dalayan ateşlere yol açışının nedenleri irdelenmelidir öncelikle. Tarihsiz, göksüz ve hafızasız bırakılmanın bu duruma tetikleyişi inkâr edilemez. Varoluş köküne ilgisizlik ve yabancılaşma insanımızın savruluşunu hızlandırdı. Özellikle dışarıdan ikame edilen bir kültürle yetinmek durumu kök bağların görülmemesini doğurdu. Kendi kök bağlarıyla gereken ilgiyi kuramayan şair ve yazarlar da arafta yaşamak tutumunu öne çıkarmayı yeğler hâle geldiler. Sahici olanla yapay olanın sınırını ayırt edememek yukarda sözü edilen ikame kültürün Anadolu toprağında neşvünema bulmasını doğurdu. Bu da insanın şaşakalmasına neden oldu denilebilir.
Oysa bu toprağın kokusunu ele veren yazar ve şairlerin yazdıkları kavranarak okunsaydı durum daha az hasarla atlatılabilirdi. Söylenilenin, yazılanın bir yerde bir yüreğe değmesi umulurdu. Hakikatle insanın yüz yüze gelmesi kolaylaşabilir, insan bilinmezlerin cazibesine eklenmezdi. Dolayısıyla da kelam aşınmaz, bir kalbe değerdi.
ÖMER ERDEM
“Bir tür ahlâk dumurundan açıkça söz edilebilir.”
Şahsen kendi adıma her hangi bir yerde her hangi bir yanlıştan söz edemem. Genel bir çerçeve çizmem gerekirse şair ve iktidar ilişkisi bağlamında özel ve özellikli bir hatadan bahsedebilirim. Bu yanlış bugün de şu veya bu kutbun kanadına sığınmış kişiler tarafından yaşatılmakta. Şairin bir tür zihinsel kötürüme uğradığı devirlerde ya zalimin destekçisi o olmazsa da onun karşısında suskunluğa kapılması olarak ortaya çıkmaktadır. Halk dalkavukluğu ve tarihsel oportünizmin bir parçası olmak da dahildir buna. Bu bağlamda bir tür ahlak dumurundan açıkça söz edilebilir. Hak edilmiş eleştiriyi gününde, estetik katmana sadık kalarak ve hep şiiri gözeterek ve ona sadık kalarak geride bıraktığım mirasın şimdilik görüntüsü şahsıma büyük bir memnunluk tablosu sunmaktadır. Lakin geçmişin ve bugünün ibret verici tablosu karşısında acı duymadığımı söyleyemem.
ALPER GENCER
“Sesimi kendime duyuramayana kadar çekileceğim.”
Nerede hata yaptığımız hususundan çok, bu hatayı çoğul olarak işlediğimiz kısmı beni daha çok ilgilendiriyor. Öyle danışıklı bir görmezden gelme operasyonu ki, şairler kendi egolarının frenine basamıyor diye kopuyor bütün gümbürtü. Herkes ben diyor. Arada biz diyenler de, o bizin içindeki mevcudiyetinin teyitinde. Bazısı sen diyor ama bu dediğini kulakları duyuyor. Bazısı sen diyor ama ne duyuyor, ne de dediğinin farkında… Bu sonuncusu olamadık işte. Ben çekildim çekileceğim kadar. Daha da fazla çekileceğim inşallah. Sesimi kendime duyuramayana kadar çekileceğim; bu hiçbir yere hiçbir şey taşımayan podyum gürültüsü arasından.
ZEKİ BULDUK
“Konuşulacak demde sustuk.”
Evladı iyal derdi derken icimize kapandık.Susulacak demde konuştuk; konuşulacak demde dut yemiş bülbül kesildik. Çok zaman cesaretsiz, kimi zaman cahil cüretinde olduk… Bir yakalasak dengeyi dünya yerine oturacaktı be abi.
HASİP BİNGÖL
“Hakikati kalbinden ve kaleminden kovan şuara ve muharririn günahları saymakla bitmeyecektir.”
“Ayînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”
Ziya Paşa
Yazmanın kendisi bizatihi söze karşı bir hata bir kusurdur. Yazmayı, konuşmaya açılmış bir savaş olarak yorumlamak, sanırım hata olmayacaktır. Zira konuşma dediğimiz şey, bir mahlûk olarak insanın ontolojik tarafına tekabül eder. İnsanın en anlamlı yanı olan sözü yerinden eden yazının banileri olarak biz şair ve yazarlar, salt söze karşı değil aynı zamanda hayata karşı da mahkûmuz. Çünkü yazı, söze dair bütün bir birikimi ve anlamı massetmeye meyyal, hayata dair ne varsa mütecemmid kılan, onu kendine yontan ve yutan emperyalist bir eylemdir. Hâlbuki kelimelerin temeli sözlü iletişimde yani sözde karşılık bulur; buna karşın yazı kelimeleri görsel boyuta hapseder. Yazık ki yazı ve sözarasındaki ilişkinin hakikati bu olmakla beraber, emperyal bir eylem olarak yazı zihinlerde kutsal bir karşılığa denk gelmektedir. Bu durumu göz ardı etmek mümkün değil. Öyle ki kültürel bağlamda yazı, mukaddes bir ‘şey’ olarak karşımıza çıkmakta, hatta ilişkilerimizi belirleyen aracın amaca tebeddül edilmiş halidir diyebiliriz. Belki irdelememiz gereken mesele, bizatihi yazı değil, yazının etrafında oluşturulan ‘bulutsuluk’ ve dolayısıyla ‘tılsım’dır. Çünkü yazı/şiir sahih ve hakikat zemini üzerine inşa edilmediğinde, sözü ve geçmişi tüketen, onu yerinden eden bir şeye dönüşecektir. Biz sözün köpeğişair ve yazarların hataları tam da burada başlıyor kanımca.
Hakikati kalbinden ve kaleminden kovan, sözü muhasara edip camid kılan, salt estetize yanıyla uğraşan şuara ve muharririn günahları saymakla bitmeyecektir. Âdem’in fırlatılmışlığından nasipsiz, payına düşen hataların idrakinden ırak olanların, yeni hatalarla varoluş sahnesinin yükünü ağırlaştırmaları ironik bir duruma tekabül eder. Her şeyden evvel, kendine itibarı, inancı ve güveni olmayanların büyük ‘kurtarıcı’ edasıyla poz kesmeleri, çağımızın olmasa da üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bir hastalığı ve ironisi olsa gerek. Bu davranış biçimi, yani müseylemetül-kezzâb temayülü, maalesef kalem erbabının arasına mesafe koyamadığı bir haslet olagelmiştir. Dağın anlamından bihaber olup küçük dağların yaratıcısı olmaya soyunmak yoksa nasıl izah edilebilir.
Çıktım erik dalına/anda yedim üzümü.
AYŞE SEVİM
“Üzerine su tabancasıyla su fışkırtılan bir karınca yuvası gibiyiz.”
Toplum vücut gibidir, elleri, ayakları, gözleri vs. vardır. Vücudun bir yerindeki hasar da sadece o yeri ilgilendirmez, muhakkak başka organları da rahatsız eder. Ebecilik oyunu gibi, problem her tarafa dokunur. Bu toprakların şairi ve yazarı olarak biz tek başımıza hata yapmadık bence. Bu toprakların insanı hata yapıyor. Bu bir sorumluluğu başkalarına dağıtmak olarak düşünülmemeli. Aklı olan herkes bu durumun daha büyük bir sorumluluk getirdiğini bilir. Üzerine su tabancasıyla su fışkırtılan bir karınca yuvası gibiyiz. Evimiz yıkılıyor, çevremizdeki karıncalar boğuluyor, hayatımız dünyamız elimizden alınıyor. Biz ne yapıyoruz peki? Kaçıyoruz. İnsanımız kaçıyor. Sorunlarla yüzleşmekten, başkalarının acılarını hissetmekten kaçıyor. Daha çok eğlence programı, daha çok tatil, daha çok eğlenceli arkadaşlar, daha fazla gülmek… İşte bizim kaçış gemimizde bunlar var. Merceği bu karmaşada yazara şaire yaklaştırdığımızda ise görünenin, bu kaçışan insanların ilgisini çekebilmek derdi olduğunu fark ediyoruz. Fakat ilgiyi soruna çekmek değil derdimiz, kendimize, dehamıza, eşsiz bir sanatçı oluşumuza çekmek. Karınca yuvasına yöneltilen su tabancasını değil kendimizi işaret ediyoruz. Kaçışan diğer karıncalar da bazen bizi görüyor bazen de görmüyor. Gerçi görseler bile çabucak unutuyorlar. Hızla… Biz de ya onların hızına yetişip kendimizi onlara hatırlatıyoruz yahut da bu insanlar için bir şey yazılmaz deyip küsüyoruz. Kabuğumuza çekiliyoruz yani… Hâlbuki durup düşünmemiz lazım. Su tabacasına bakmamız, su tabancasını bize doğrultan eli görmemiz ve plan yapmamız lazım. Karıncalar ısırabilir. Bunu hatırlamamız lazım. Düşmana saldırabilmeliyiz. Bu düşman da biziz aslında, kendi yuvamızı darmadağın eden el de bize ait. Bir çeşit duyarsızlık hastalığı… Tamir edilmesi gereken, ameliyat edilmesi gereken, ısırılması gereken bir hastalık… Az önce dediğim gibi yazar ve şair de bu hastalık farklı biçimde kendini gösteriyor. Onlar duyarsız değiller. Aksine algıları çok açık… Fakat merkeze kendilerini koydukları için bu açık algılarda frekans bozukluğu var. Yani yön gösterecek olan levha –şair yazar- yanlış yön gösteriyor. Bu sebeple kimse direksiyonu o tarafa kırmıyor. Hiç kimse mi? Bazıları inanıyor tabii bu levhaya… Kısa süreliğine takip ediyorlar bu edebiyatçıları (genelde gençler çünkü onlar çabuk aldanır) Sonra bu gösterilen yolun hayatı kurtarmada işe yaramadığını fark edip onlar da diğer insanlar gibi kaçışmaya başlıyor. Bu toprakların yazarı ve şairi ise anlaşılmadığını, yeterli değeri görmediğini söylüyor. Hâlbuki gerçek sanatçı milli duygulara sahiptir. İnsanının yeterli değeri görmediği için tasalanır. İnsanının kendi değerinden uzaklaşmasını dert eder.
YUNUS EMRE ALTUNTAŞ
“‘Ben! Hep ben’ diyerek piyasa yapmak derdinde olanların ortalıktan çekilmeleri lazım.”
Özellikle 90 sonrası şairlerini düşündüğümüzde özleştiri ihtiyacı bulunduğu açıktır. İkinci Yeni ve daha öncesinde Garip Akımı ve Hececiler yetenekli şairler tarafından sürüklenebiliyordu. Günümüzün en büyük sorunu yetenekli şairin göz ardı edilmesi ve şiirinden daha çok türlü numaraları becerenlerin ortalıkta daha çok görünüyor olmasıdır. Bir nevi yetenek öğütücüsü bir sistem kurulmaya çalışılıyor. Herkes birinci olma derdine düşmüş. Birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan çete mantığıyla Türk Şiiri bir yere varamaz. Yandaş şairler ve ısmarlama şiirlerle bu iş bu kadar oluyor demek ki… Yeni şeyler yazmak lazım, yeni bir üslup denemek lazım, korkmamak lazım, yeni gençlere alan açmak lazım ve hepsinden önemlisi insaflı bir eleştiri kültürümüzün olması lazım. “Sen ondansın , sen bundansın” şeklinde şabloncu bir zihin yapısından kurtulmamız gerekiyor. Halen İkinci Yeniyi aşamamaktan bahsediyorsak bunun temel sebebi 90 sonrası kuşağın bu dağınık ve bireysel halidir. “Ben! Hep ben” diyerek piyasa yapmak derdinde olanların ortalıktan çekilmeleri lazım. Şiir damarı genç olan şairlerin, yeni şeyler söyleyen isimlerin desteklenmesi lazım. Modern Türk Şiiri eğer ki bu dağınık halini sürdürürse korkarım ki yarına yetenekli bir şair bırakamayacağız. 80 kuşağı neredeyse boş geçti. Hiç olmazsa 90′lardaki birikimlerimizin/yeteneklerimizin hakkını verelim ve 2000′lere miras bırakacağımız yeni bir şiir damarımız olsun. Bunun için de başkasını horgören değil başkasının şiirini gören,değerlendiren,insaf dairesi içinde eleştiren bir şair prototipine ihtiyacımız var. Şükür ki bunda muvaffak olacağımız ümidindeyim. Yayıncılık ve dergicilik anlamında eski kötü alışkanlıklar yerini anlayış ve eleştiri kültürüne bırakacaktır diye umuyorum.
Kaçak Yolcu