Sylvia Plath’in oğlu intihar etti. Annesinin intiharı sırasında 1 yaşında olan, hani şairin kafasını fırına sokmadan önce başucuna kurabiye ve süt bıraktığı çocuklarından, küçük Nicholas büyüdü ve 46 yıl sonra annesi gibi kendi eliyle sonlandırdı hayatını.
Daha 1 yaşındayken zihninin duvarına asılıp kalmış kuvvetli bir imgeydi ölüm. Hatıralarındaki anne izinin bittiği yerde karşısına çıkıyordu. Belki de bu yüzden, ölümü intihar denen kurgudan ayırmak mümkün olmayacaktı hiçbir zaman. O asıldığı yerde sallana sallana haince işaretleyecekti yazgıyı.
Plath’in “Sırça Fanus” adlı kitabını okuyordum, oğlunun intihar haberi edebiyat gündemine düştüğünde. “Ne tuhaf aile” dedim. Ne tuhaf bir kader biçmişler kendilerine. Hayatlarını bir şiir ya da hikaye kurgular gibi kurgulamışlar sanki. Bir hayatın ardından, onun bu kadar uzağından bakınca böyle görünüyor, ne tuhaf!
Hikayenin başına gidelim…
Amerika’nın iki önemli şairi Ted Hughes ve Sylvia Plath 1956 yılında büyük bir aşkla evlenirler. Normal bir evlilikten daha zor olur ister istemez, iki şairin evliliği. Plath; şair, eş, anne, ev kadını ve kocasına aşık bir kadın olur aynı anda. Kısa yaşamı boyunca manik-depresif rahatsızlıkla boğuşan bir kadının bütün bu rolleri üzerinde taşıması kolay olmaz. Sylvia Plath için hayat ağırdır, ama bu durum onu tutkuyla yaşamaktan geri bırakmaz. Ona göre edebiyatı için de gereklidir bu.
Otobiyografik romanı Sırça Fanus’ta üniversite öğrencisi Esther’in ağzından şunları söyler: “Başımdan hiç aşk macerası geçmemişken, hiç çocuk doğurmamışken, ölen birini bile görmemişken, nasıl yazabilirdim yaşam hakkında? Tanıdığım bir kız Afrika’da pigmeler arasındaki maceralarıyla ilgili bir kısa öyküsüyle bir ödül kazanmıştı yakınlarda. Bu tür şeylerle nasıl rekabet edebilirdim?”
Çiftin iki çocukları olur: Frieda ve Nicholas. İlk çocuğun ardından başlayan huzursuzluklar onları ayrılmanın eşiğine getirir. Bu ayrılığın en büyük sebebi Ted Hughes’in eşini aldatmasıdır. Sylvia Plath çocuklarını da alıp Londra’ya, kronik intihar girişimlerinden sonuncusunu gerçekleştireceği eve yerleşir.
11 Şubat 1963’te çocuklarının başucuna kurabiye ve süt koyup, evinin sokağa açılan kapısını açar gibi aralar ölümün kapısını. Frieda ve Nicholas’ın odasının kapısını içeriye gaz sızmasını engellemek için özenle bantlar ve kurabiyeleri pişirdiği fırına kafasını sokarak intihar eder. İşe gider gibi doğrudan, o kadar sıradan bir yolculuktur sanki.
Plath’in hayranları intiharından eşi Ted Hughes’i sorumlu tutar. Ne var ki 6 yıl sonra sevgilisi de aynı şekilde intihar edecek, olay sırasında kızını da kaybedecekti ünlü şair. 1998’de kanserden ölünceye kadar konu hakkında konuşmaz Ted Hughes. Ölmeden önce yayınlanan son kitabı “Doğumgünü Mektupları”nda Sylvia Plath’le olan ilişkisi ilk defa şiirine yansır.
Sylvia Plath ise kendisiyle bütünleşen kahramanı Lady Lazarus’la ölümle oynadığı oyunu anlatır. Ölmek ona göre, hayatın bitiminde değil tersine tam da içinde, her an başına gelebilecek hatta tekrar tekrar yaşanabilecek bir durum, yemek, içmek gibi bir eylemdir.
“Ölmek
Bir sanattır, her şey gibi.
Özellikle iyi yaparım.
Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum.
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum.
Sanki gider gibi bir davete.
Bunu yapmak çok kolay bir hücrede
Ölmek ve kımıldamamak
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi”
Sylvia Plath’in intiharı bu ünlü ailenin hikayesinin sonu olmadı. 46 yıl sonra 16 Mart 2009’da oğul Nicholas Hughes annesi gibi intiharı seçti. Alaska Fairbank Üniversitesi’nde balıklar ve okyanus bilimleri dersi veren Profesör Nicholas evinde kendini asmıştı. Hikayenin hayatta kalan tek kahramanı kız kardeş Frieda haberi doğrularken kardeşinin depresyonda olduğunu söylüyordu.
Ünlü bir ailenin yarım asra yayılan trajik hikayesi ölüm ve intihar olgularını tekrar tekrar düşündürüyor. Bu yüzden Plath’in tek romanı Sırça Fanus’u okurken onlara dair yeni şeyler aradım. Acı kütlesel, nesnel bir şey değil, ölçüp biçemeyiz ama bence “Sırça Fanus” acılardan değil detaylardan bahseden bir kitap. Romanın kahramanı hayatın tüm ayrıntılarının devleşip duvar duvar oluşturduğu bir labirentin içinde yaşıyor sanki. Gökyüzünü göstermeyecek kadar kibirli bir hayat var karşısında. Bu yüzden karanlık ve hastalıklı.
Bazı insanlar hayatı kıyıdan yaşar. En çok da edebiyatçılar. Her şeyi ayrıntılarıyla seyredebilmek için belki gereklidir bu ama diğer yandan kıyı tüm duyuş ve yaşayışların en uç noktalarına mahkum eder insanı. Hayat ise böyle insanları inadına işaretler, ateşten bir hareyle belli eder illaki.
Zümrüt Sönmez-10yazar.com