Mustafa Kutlu’nun Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Bir şehri sevmek için illa orada doğmuş, büyümüş olmak gerekmez. Sonradan gelip yerleşmiş olanlar da o şehri sevebilir.
Şehri sevmek onu güzelleştirmek demektir. Rant uğruna her şeyi satan, her evraka imza atanları adam hizasına koymamak lazımdır.
Çünkü şehir alelâde değildir.
Yani bir takım bulvarlar, cadde kenarında apartmanlar, apartman altlarında dükkanlar, alış veriş merkezleri, arabalarla tıkış tıkış olmuş sokaklar, gazdan zehirlenip felç olmuş ağaçlar, bir takım uyduruk parklar, sun’i çağlayanlar yamık yumuk çay bahçeleri, masalarda plastik şekerlikler, oturulacak sandalyeler plastik, çay tabakları plastik, her yan naylon kokuyor, her yan sonradan olma, görgüsüzlük kokuyor, vesaire vesaire. Şehir bu değildir. Mesela ahşapla kaplanmış bir eski pastaneye giriyorsunuz ve tarçın kokuları arasında su muhallebisi yiyorsunuz. Budur.
Mesela birden karşımıza bir akçakavak çıkmalı. Tam da Turkcell bayinin önünde. Öyle ki telefonlardan çok ağaca bakmaya doyamayın. Hafif esen yelde bir yanı beyaza yakın, öte yanı kurşunî yeşil ufarak yapraklar dans etsin, beyaza yakın gövde sizi cezbetsin. “Allah Allah” diye şaşırın. “Bu ağacı buraya kim dikmiş”. Şaşırmakla kalmayın gidip ağacın beyaz, pürüzsüz gövdesini okşayın, garip unutulmaz bir koku duyun. O gece yattığınızda bu koku aniden gelip sizi sarıp sarmalasın.
Kırda yaşanır bu, ama şehirde yaşanırsa bir ayrıcalıktır.
Diyelim şehir parkına girdiniz. Ve her parkta olduğu gibi orada da bir büyük havuz var. İnsanlar genellikle havuzun ortasında bir büyük fıskiye görmeye alışmıştır. Burada bir fevkaladelik yok.
Şöyle olabilir: Dikdörtgen havuzu su altından ince borular çepeçevre dolaşabilir. Bu borulardan eşit aralıklarla yukarıya su püskürtülebilir. Her püsküren suyun üzerinde bir kelebek kanat çırpabilir. Tıpkı eskiden kullanılan bazı havuz fıskiyeleri üzerinde bir aşağı bir yukarı çıkıp inen ping-ponk topu gibi. İşte bu görülecek bir güzelliktir.
Bursa Ulucami’yi gördükten sonra neden unutamıyoruz. Duvarlardaki yazılardan belki. Ama daha çok caminin içindeki mermer şadırvandan.
O su sesi namaza duranları ayrı, namaza durmayıp suya dalanları ayrı etkiliyor. Sadece bu mu? Mermer işçilik insanın içine işleyen temizlik, bir abdest aldığınızda kanatlanıp uçmaya durmanız gibi. İnsanın bedeninden ziyade ruhunun ferahlaması, dünya yükünden kurtulup semaya yükselmesi.
İnsan bir şehri niçin sever? Çünkü şehrin sokağı, camii, dükkanı, caddesi, pazarı, hastanesi, pastanesi bir yana onun insanlarındaki mutmain bakış, tebessüm ve terbiye bizi etkiler. Yaklaştıkça bir selamın taşıdığı sevgi boyutunu yakalarız. Gel geç bir ilişki değildir size gösterilen. Menfaat uğruna yedirilen bir yemek, ısmarlanan kahve değildir.
Bir bakarsınız adam elini cebine atar oturduğumuz masaya iki elma bırakır.
Elmanın bir yanağı kırmızı öte yanağı sarı. Ve yine bir koku yakamıza yapışır. (Mesela Erzincan’ın sakı elması) Isıra ısıra yersiniz elmayı. Kütür kütür. Ömür boyu nereye giderseniz gidin bu elma sizi takip eder. Kokusu zihninize sinmiştir, elmanın değil şehrin kokusu. Bir tesbih, o şehre ait bir kundura, bir kuşak, bir kahve tavası, bir mendil kenarı gül nakışlı, bir düğün, bir sünnet, bir cenaze. (Nerde AVM nerde?) Hastalığınızda sizin için seferber olan komşular. Bir gün değil, beş gün değil, evinize taşınan yemekler, mevyeler. Camiler, teravihler, piknikler, ziyaret mahalleri, cenazeler, mezarlıklar.
yazının devamını okumak için..