Gülay Göktürk Akşam gazetesindeki yazısında seçim barajı tartışmalarının “Darbe teşebbüsleriyle yapamadıklarını, e-muhtıra ile yapamadıklarını, Gezi’yle yapamadıklarını; 17-27 Aralık’ta yapamadıklarını bu kez Anayasa Mahkemesi eliyle yapmaya çalışmak…” olduğunu söylüyor.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, bireysel başvuru kapsamında yüzde 10 seçim barajının kaldırılmasıyla ilgili açıklamasından bu yana köşelerde yazılanları çizilenleri, televizyonlarda yapılan tartışmaları izliyorum.
Tartışmaların yüzde doksanı seçim barajının doğruluğu-yanlışlığı, yüzde 10 barajın yol açtığı temsil kayıpları, yüzde kaç barajın makul olduğu, koalisyonların faydaları-zararları gibi noktalarda dönüp duruyor. Hani, dışarıdan Türkiye basınına bakan biri zanneder ki, seçim sistemleriyle ilgili bir yasa tasarısı Meclis’e gelmiş de bütün kamuoyu hararetle tartışıyor.
Oysa şu anda konumuz seçim barajı değil. Baraja ister karşı olun, ister taraftar… Konumuz, AYM’nin baraja dokunup dokunamayacağı… Barajı indirmeye-kaldırmaya, iptal etmeye yüksek mahkemenin yetkili olup olmadığı…
Anayasa Mahkemesi’nin barajla ilgili bir karar alması, “yönetimde istikrar – temsilde adalet” amaçları açısından optimum noktanın ne olacağına; Türkiye için hangi seçim sisteminin doğru olacağına karar vermesi demektir. Yani siyaset yapmasıdır, yani doğrudan doğruya parlamentonun yetki alanına girmesidir. Bu, askeri vesayet dönemi boyunca Anayasa Mahkemesi’nin adet haline getirdiği “yerindelik” denetiminin dik alasıdır. Bittiğini zannettiğimiz bir geleneğin hortlaması; yüksek yargı bürokrasisinin bir kez daha siyaset mühendisliğine soyunmasıdır.
Konunun özü budur.
Meseleyi hâlâ anlamayanlar, AİHM’nin 2006’da açılan davada aldığı kararın gerekçesini bir kere daha okusunlar.
Mahkeme, söz konusu gerekçede “Türkiye’de özellikle 1970’li yıllardaki istikrarsızlığın göz önünde tutulduğu”nu ifade ediyor, bu barajın TBMM’nin “aşırı şekilde bölünmesi ve işlevsiz hale gelmesini” önlemeye yönelik olduğunu belirtiyor, barajı yüksek bulmakla birlikte alacağı bu istikamette kararın “iç siyasette önemli karışıklıklara neden olacağını” söylüyor ve “kendi işinin böyle bir karışıklığa neden olacak karar vermek olmadığı”nı vurguluyordu. Bir başka deyişle, ben yüksek bulsam da, bulmasam da, bu konu benim değil, siyasi iradenin alanına girer, ben bu işe karışmam, diyordu.
Meclis’te neden tartışmadınız?
Aslında seçim barajı tartışması bundan bir yıl önce, Ekim 2013’te AK Parti tarafından Meclis gündemine getirilmişti. Dönemin başbakanı Erdoğan üç seçenek ortaya atmıştı: Şu anki yüzde 10 barajlı sistemin devam etmesi, yüzde 5 barajlı daraltılmış bölge sistemi veya sıfır barajlı dar bölge sistemi... İktidar partisi bu sistemlerden herhangi birine geçmeye hazır olduğunu söylemiş ve Meclis’e konunun tartışılması için çağrı yapmıştı. Ne var ki muhalefet partileri hiç oralı olmadılar; konuyu tartışmaya hiç de hevesli davranmadılar. Çağrıyı suskunlukla geçiştirdiler ve konu açıldığı gibi kapandı.
O gün, sorunun asıl çözüm platformunu kullanmayanlar, bugün ortalığa dökülmüş hararetle darbe anayasasından kalma bu maddenin hâlâ kaldırılmamasından utanmak gerektiğinden, bunun Türkiye’nin ayıbı olduğundan bahsediyor.
Bu kadar ayıpsa neden bir yıl önce ortak bir nokta bulmaya çalışmadınız? Neden tartışmaya bile gerek duymadan konuyu kapattınız?