Serdar Üstündağ’ın yazısı
Bir insanın, daha önce hiç görmediği ve tanımadığı, hem de henüz hayatta olan bir kişiye, kuvvetli bir muhabbet içinde olmasına asla ihtimal vermezdim. Bu konuda anlatılan ve yazılanları da açıkçası biraz mübalağalı bulurdum. Ta ki, O’nu tanıyıncaya kadar… Vatani vazifemi yapmak üzere gittiğim Denizli’de, O’nu, muhibbi olan bir asker arkadaşım vesilesiyle gıyaben tanımıştım… Tel örgülerle çevrili asker ocağında, soğuk bir kış günü pencere önünde titreyen ve sığınacak yer arayan bir kuş misali çırpınan kalbimde, O’nun, zamanla giderek artan muhabbeti bir anda ruhumdaki manevi hastalıkların da şifasına vesile olmuştu. Terhis olur olmaz yanına gittiğim Yahya Efendi, tahayyülümdeki tasviriyle neredeyse birebir örtüşüyordu. Mütebessim ve nurani bir çehreye sahipti. Beyaza yakın tenli, geniş alınlı ve dolgun yanakları ile asabiyetten uzak, son derece sevimli bir hali vardı. Kaşlarının arasındaki açıklık, yüzüne ayrı bir anlam katan bembeyaz sakalı ile uyumlu bir bütünlük arz ediyordu. İtina ile sarılmış beyaz sarığının bir ucu hafifçe sağ omuz hizasından sarkarken, üzerindeki kenarları sim işlemeli yeşil cübbe ise, kendisini olduğundan uzun gösteriyordu. Uzuna yakın orta boylu olmasına rağmen heybetli bir duruşu vardı… O’nu ‘Yahya Efendi’ diye tarif edenler, ‘Yahya el-Abbasi Hz.’ olarak tanıyanlardan fazlaydı…
Geldikten kısa bir süre sonra Yahya Efendi’nin hayatını araştırmak isteği içimde giderek artmaya başladı… Bu gönül sultanını mutlaka daha yakından tanımalıydım. Vefatına kadar da öyle yaptım…1938 senesinde Batman’ın Kozluk ilçesinde dünyaya gelmişti. Henüz 5 yaşında iken, âlim olan babası Abdurrahman Efendi’nin yanında ilim tahsiline başlamış daha sonra ki yıllarda medrese eğitimini tamamlayarak 17 yaşında ilim icazetini almıştı. Üstün bir zekâya sahip olduğu için doğu illerinde çok zeki manasına gelen ‘el-Fatin’ lakabıyla ünlenmişti. Araştırdığımda, nesebinin anne tarafından Peygamber Efendimiz’in torunu Hz. Hüseyin’e, baba tarafından yine Peygamber Efendimiz ‘in amcası Hz. Abbas’a dayandığını fark ettim. Artık isminin sonuna neden ‘el-Abbasi’nin ilave edildiğini anlamıştım. Beni çok etkileyen birçok vasfı vardı. Bunlardan iki tanesi benim için elzemdi. Birincisi, vaazlarında ziyadesiyle zikrettiği ve nasihat ettiği ‘peygamber ahlakına sahip olması, ikincisi de, zahiri ve batini ilme sahip büyük bir âlim olmasına rağmen bulunduğu meclislerde en mütevazı kişinin yine kendisi olmasıydı… Hayatı insanlara ve İslam’a hizmetle geçmiş olan Yahya Efendi, ülkemizde birçok eseri Arapçadan Türkçeye çevirerek insanların istifadesine sunmuştu. Ataullah İskender’i Hz. nin ‘Hikem’i, Sühreverdi Hz. nin ‘Avariful Mearif’i, İmam-ı Şarani Hz. nin ‘Kudsi Nurlar’ı bunlardan bazılarıydı… Sohbetleri kalbe tesir eder ‘Ağızdan çıkan söz kulağa kadar ulaşır, kalbden çıkan söz kalbe kadar ulaşır’ sözünü lisanı hal ile tebliğ ederdi. Kendisini ziyarete Kanada, Almanya, Amerika, Makedonya gibi uzak yerlerden gelenler olduğu gibi, ülkemizin muhtelif şehirlerinden de ruhları manevi gıdalara muhtaç insanlar kalabalık gruplar halinde gelirdi. Sohbetine katılan cemaate, ‘nefsin en büyük düşman olduğunu’ söyler, ‘nefsinizi güzel işlerle meşgul edin ki, o sizi kötü işlerle meşgul etmeye fırsat bulamasın’ Derdi… Sevenlerine; ‘sohbet meclislerinizde, gıybet, siyaset ve dünya işleri yerine, Allah’tan, peygamberden ve İslam’dan bahsedin ki, oralara Allah’ın rahmeti insin’ der arkasından ilave ederdi. ‘İnsanlara sözlerinizden ziyade yaşantınız ile doğruları anlatın! Zira Hal ile sohbet, kâl ile sohbetten efdâldir…’
İlmi hakkında hocası ve mürşidi Abdulhâkîm Hüseyni Hz. nin şu sözü dikkate şayandır. "Eğer ilim yeryüzünden çekilip alınsaydı, Molla Yahya onu göğsünden tekrar çıkarırdı"
Yahya Efendi yıllarca ilim talebelerine ders verdi, kurulmasına öncülük ettiği ‘Buhara İlim ve Hizmet Vakfı’nda irşad ve tebliğ görevine fasılasız devam etti… 20 Ocak 2008 tarihinde, sevenlerinin hiç beklemediği bir anda Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Cenazesine dünyanın dört bir tarafından kendisini seven yüz binlerce insanı temsilen gelen, binlerce seveninin gül yaprağındaki çiğ taneleri gibi yanaklardan süzülen gözyaşları arasında ahirete irtihal etti…
Kendisi tabi olduğu Şafii mezhebinin kurucusu İmam-ı Şafii Hz. ni çok sever ve hep O’nu taklit ederdi. Bu mutabaat, kendisinden 1188 sene sonra aynı gün vefat etmesi ile son nefesine kadar sürmüştü… Allah bizleri O ve O’nun gibi peygamber aşığı âlimlerin şefaatinden mahrum eylemesin… Âmin.
Medeniyetimiz.com