Alper Görmüş’ün Aljazeera Türk’teki yazısı…
Cumhuriyet Halk Partisi’ni (CHP) izlemede ve içeriden güvenilir haber vermede mâhir kim varsa, hepsi o “meş’um gün”den sonra aynı noktada birleştiler: Antalya milletvekili Deniz Baykal’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşmesi parti içinde büyük bir öfkeye yol açmıştı. Bu görüşmenin öncesinde Baykal’ın CHP’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı adaylığı “doğal” bir şey gibi görülüyordu ama şimdi şansı iyice azalmıştı. Parti Meclisi’nde ya da yeni parti grubunda bir oylama yapılsaydı, Baykal’ın adaylığının onaylanması imkânsızdı.
Kılıçdaroğlu’nun Sözcü gazetesine verdiği söyleşide kullandığı ifadeler ise, parti içindeki öfkenin temel bilgi kaynaklarından birinin bizzat genel başkan olduğunu gösteriyordu:
“Bilgim dahilindeydi görüşme. Baykal gitmeye niyetliydi. Ben ‘Sakın kaçak Saray’da olmasın’ ve ‘Koalisyon konusu olmasın’ dedim. Ama içeride koalisyon da görüşülmüş. Sayın Deniz Baykal’ın o gece bana neden ulaşamadığını ise, ben de anlamadım. Tam tersine o gece saat 24.00’ten sonra da ayaktaydım ve uyumuyordum.”
Yenisi seçilmeden önceki son Parti Meclisi (PM) toplantısından sızan bilgiler, içeride Kılıçdaroğlu ile Baykal ve “anti-Baykalcı” PM üyeleri arasında bu konu etrafında çok sert tartışmaların yaşandığını gösteriyordu. Sızan bilgilere göre, Baykal, Kılıçdaroğlu’na özellikle “Sayın Deniz Baykal’ın o gece bana neden ulaşamadığını ise, ben de anlamadım. Tam tersine o gece saat 24.00’ten sonra da ayaktaydım ve uyumuyordum” sözleri üzerinden yüklenmiş, o gece kendisini aramadığını imâ eden Kılıçdaroğlu’na gerekirse GSM kayıtlarına baş vurulabileceğini söylemişti.
‘Her kafadan bir ses çıkaranlar’
Baykal, 25 Haziran’da Milliyet‘e verdiği, gazetenin manşetinden yayımlanan söyleşide siyasetçi normallerinin dışına çıkıp parti içi tartışmayı doğrulayacak ve “her kafadan bir ses çıkaran” eleştiricilerine çok sert bir üslupla cevap verecekti:
“Biz orada medeni bir tartışma yaptık Sayın Genel Başkan’la. Öyle bir tartışmadan sonra ‘iftarı beraber açalım’ deyip iftar sofrasına yanına beni davet etmesi böyle bir ölçüsüz durumun olmadığını ortaya koyar. Beraber iftar açtık, herkes de görüyordu. Güle oynaya, şakalaşarak iftardaydık. Ondan sonra da üçüncü buluşmamızı yaptık bugün (dün).
“Bunların Genel Başkan nezdinde bir karşılık görmediği ortada. Bu kadar gerçek dışı iddianın, yıpratma çabalarının sergilendiği ortamda Sayın Genel Başkan büyük bir sağduyu ve olgunlukla partinin derli toplu bir şekilde bu sürece katılmasına öncülük etmiştir. Bu çok açık. Bu önemli bir olaydır. Her kafadan bir sürü şey çıkıyordu ama bunlar Genel Başkan’ın sağduyusu karşısında etkisiz kalmıştır.”
Beş gün içinde yaşanan şu üç sahneyi birlikte bir daha gözden geçirelim…
Birinci sahne: Partinin genel başkanı, partisinin TBMM adaylığına hevesini gizlemeyen eski genel başkanını, kamuoyu önünde, partisine oy verenlerin bir numaralı hassasiyet konusu (Tayyip Erdoğan) üzerinden hırpalıyor. Üstelik bunu, parti yönetiminde var olduğunu bildiği tepkiye rağmen yapıyor. Yani, tepkinin büyüyeceğini bildiği halde, belki de tepkiyi büyütmek üzere böyle bir adım atıyor.
İkinci sahne: Parti Meclisi’nde iki eski genel başkan, oylama yapılsa Baykal’ı kesin olarak reddedecekleri söylenen üyeler önünde çok sert bir tartışmaya girişiyor. Tartışmayı ve toplantıyı, Kılıçdaroğlu’nun Baykal’a “birlikte iftar” daveti izliyor ve iftar birlikte açılıyor.
Üçüncü sahne: İftarlı görüntüden bir gün sonra Kılıçdaroğlu Baykal’ı partisinin TBMM Başkan adayı olarak ilân ediyor.
Başlıkta Baykal’ın “tuhaf” gücünden söz etmiştik. Şimdi, bütün bu olan bitenden sonra onun kolay kolay adlandırılamayan, kolay kolay tarif edilemeyen, kaynağı gösterilemeyen “tuhaf” bir gücünün olduğunu söylemek çok mu tuhaf?
Deniz Baykal’ın sadece 10 gün içinde küllerinden yeniden doğmasındaki olağanüstülüğü daha iyi anlayabilmek için onun son beş yılına bakmak, genel başkanlıktan bir komplo marifetiyle uzaklaştırılmasından sonraki geri dönüşsüz gibi görünen uzun sürmüş düşüşünü hatırlamak gerekecek. Gelin şimdi de o beş yıla bakalım…
Daha derine, daha derine…
Deniz Baykal, ‘sonsuza kadar’ CHP Genel Başkanı olarak kalacağına inanılmaya başladığı bir dönemde, bugün dahi kimin kurduğu ortaya çıkarılamayan bir kaset komplosu sonucunda genel başkanlıktan istifa etti (10 Mayıs 2010).
Garip olan şuydu ki, istifaya ön gelen günlerde ona en ağır darbeleri indirip “git” diyenler daha bir hafta öncesine kadar Baykal’ın en büyük destekçisi olan medya kesiminde yer alıyorlardı.
Belli ki Baykal’ın siyaset mezarının en dibine gömülmesi gerekiyordu. Gömüldü de. Hiç kimse 10 gün öncesine kadar Baykal’ın o mezardan çıkabileceğine ihtimal vermiyordu.
Böyle düşünülmesinde anlaşılmayacak bir taraf da yoktu. Çünkü genel başkanlığının son yıllarında CHP seçmenlerinin neredeyse nefret nesnesi haline gelmişti. Seçmenler, CHP’nin onun yüzünden seçim kazanamadığına inandırmışlardı kendilerini. Yani, parti kamuoyunun Baykal’ı özleme ihtimali yok gibi bir şeydi; nitekim hiç özlemedi.
Bir ihtimal, neredeyse tamamını kendisinin seçtiği parti yöneticilerine ve delegelere dayanarak yeni bir atak başlatmasıydı ki, kısa bir süre sonra o halı da ayaklarının altından çekildi ve Baykal partide iyice yalnızlaştırıldı.
Beş yıl boyunca salı günleri parti grup toplantılarında yanındaki birkaç Antalya milletvekili olduğu halde partisinin genel başkanını izlerkenki halini “hüzün”den daha iyi hangi kelime anlatabilirdi?
Son seçim öncesinde milletvekili olup olamayacağı bile tartışma konusu oldu ki, o günlerde artık hiçbir mucizenin ona yeni güç kapıları açamayacağına dair bire bin iddiaya bile girilebilirdi.
Sonra 10 Haziran oldu, Cumhurbaşkanı Erdoğan Baykal’ı görüşmeye davet etti ve o mucize hükmünü icra etmeye başladı; sonra da yukarıda yazıldığı ve grafikte görüldüğü gibi oldu.
Kilit çözücü politik figür
Baykal’ın bir “kilit çözücü” politik figür olarak olarak siyaset sahnesine geri dönüşünün kapılarını açan kişinin, Baykal’ı tıpkı kendi parti kamuoyu gibi -tabii başka nedenlerle- bir nefret nesnesi belleyen muhafazakâr-dindar çevrelerin bir numaralı politik temsilcisi olması da bahs-i diğer…
O Baykal ki 28 Şubat’ta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “adeta bir sivil toplum örgütü gibi sorun çözücü” rol oynadığını söylemiş, meşhur 367 krizinde Anayasa Mahkemesi’nin “yanlış” bir karar vermesi durumunda darbe olacağını imâ etmişti.
Meselenin bu yanını da düşündüğümüzde, Deniz Baykal’ın 10 günde adeta kanırta kanırta inşa ettiği yeni pozisyonunu hayretle izlememek mümkün mü?
Baykal’ın tanımlanamayan, tarif edilemeyen, kaynağı gösterilemeyen tuhaf bir gücünün olduğu muhakkak.
Fakat yine de bu gücün esas olarak onun siyaset denen oyunun kurallarına olan hâkimiyetinden ve siyasi koku alma yeteneğinden neş’et ettiğini söyleyebiliriz.
Elbette, uygun zemin olmaksızın bu yeteneklerin hiçbir hükmünün olmadığını da biliyoruz. Fakat o zemin var. O zeminin toprağını bir AK Parti – CHP büyük koalisyonunu isteyenler devşiriyor.
Böyle bir koalisyon ihtimali belirdiğinde ve bir “kolaylaştırıcı”ya ihtiyaç duyulduğunda kimin ortaya çıkacağı belli değil miydi?