Anayasanın ruhunu değiştirmek ve küresel iktidara karşı siyasal otoriteyi inşa etmek

Yazarlar
Prof Dr. Mustafa Aydın UMRAN Dergisi’nin Nisan 2017 sayısında Anayasa değişkliğini değerlendiriyor. Aydın UMRAN Dergisi’ndeki yazısında, doğru olanın “Anayasanın toptan değiştir...
EMOJİLE

Prof Dr. Mustafa Aydın UMRAN Dergisi’nin Nisan 2017 sayısında Anayasa değişkliğini değerlendiriyor. Aydın UMRAN Dergisi’ndeki yazısında, doğru olanın “Anayasanın toptan değiştirilmesi olduğunu” ancak bunun yapılamadığını, yapılan değişikliğin ” her şeye rağmen büyük önem taşıdığında şüphe olmadığını” belirtiyor. İşte UMRAN’ın Nisan sayısında yer alan o yazı…

Apayrı ve önemli bir varlık tipi olduğuna kani olduğumuz ruh hakkında ayeti kerimenin de işaret ettiği üzere pek az bilgimiz vardır. Öyle ki öncelikle insan ile ilgili bulduğumuz ve ölümle birlikte cesedi terk ettiğini düşündüğümüz ruhun aynı zamanda fiziksel nesnelerde olduğunu bile var sayarız. Nane ruhu, tuz ruhu, örneklerinde olduğu gibi… Hatta onunla ilişkiye getirilen farklı olgu veya oluşumların “Türkün ruh kökü” örneğinde olduğu gibi bir kökünün olduğundan bile bahsederiz. Ama şüphesiz Spritüalistler bile icra ettikleri ruh çağırma seanslarında, masalarının üzerindeki bardakları hareket ettiren ruhun ne olduğunu bilmemektedirler.

Doğru veya yanlış ruh ile ilgili açıklamaların önemli bir kısmı Helenistik kültür dönemlerine aittir. Bu düşünceye göre kozmik dünyanın önemli bir unsuru olan ve Tanrının altında yer alan Nous (kâinat ruhu), değişik düzeylerdeki etkinlikleriyle ve parçalar halinde yalnız insanlarda yer almaz, her şeye sızar ve orada icrai faaliyette bulunur. O, sularla şarıldayarak akar, rüzgârlarla uğuldayarak evreni dolaşır. Bu görüş belki de bütün kâinatın bir emr sistemi içinde işlediğine işaret eden ve ilahi kökenli mekanizmaya işaret eden bir Kur’âni mesajın, zaman içerisinde bozulmuş halidir. Dolayısıyla yeterince açıklığa kavuşturulamayan eksik bir biçimlenişi ifade etmiş olabilir. İşin eksik tarafı da öncelikle olumsuz yapılara bir açıklama getiremeyişi, açıklanamayan bir ruhun ve hatta şeytani bir ifritin varlığıdır.

İşin spritüal yönünü bir tarafa bırakırsak, bu konudaki gerçek, kabul edelim veya etmeyelim, ontolojik açıdan soyut-somut her varlık, olgu ve oluşumun, iyi veya kötü, doğru veya yanlış, bir özsel alanının (substance’ın) var olduğudur. Bu, belli şartlarda oluşur ve çözülür. Mesela sosyolojinin öngördüğü “sosyal” alan böylesi bir alandır. Topluluğu meydana getiren insanlardan farklı olarak böyle bir birliktelik ruhu oluşur, çökme dönemlerinde de çözülür, yok olur veya yeni oluşumlara malzeme olur.

Bu çerçevede beşerî/sosyal olguların bir ruhunun olduğu düşünüle gelmiştir. Bunun tipik örneği Aydınlanmacı Fransız düşünür Charles de Montesquieu’nün Kanunların Ruhu adlı eseridir. Büyük çapta İbn Haldun’dan etkilendiği anlaşılan ve 20 yıl emek vererek yazdığı bu eserinde Montesquieu, kanunların da bir ruhunun olduğunu düşünmektedir. Ona göre bu ruhu belirleyen şey o toplumun ilişkili olduğu tabiat ve tarihtir, yani fiziki çevre ve kültürel birikimdir (Bunlar İbn Haldun’a özgü açıklamalardır). Toplumların ihtiyaçlarına uygun yasalar, iklim, töre, yaşama biçimi, din ve toplumun karakterini gözeten yasalardır. Onun için yasaların, bir toplumlara özgülüğü vardır. Yazarın açıklamalarından anladığımıza göre bir toplumun yasaları bu özelliği taşımıyorsa bu kanunların ruhu yok demektir. Ancak aşağıda da ifade edileceği üzere bu durum sadece ruhsuzluk değil, daha öte bir şeydir. Toplumsalı ifade eden ruhun yerinde tabir caizse tekin olmayan bir ruh, bir cin, bir ifrit yer alabilmektedir ki Türkiye bunun tipik örneklerini yaşaya gelmiştir.

II

Cumhuriyet döneminde yasalar ve özellikle anayasa başından itibaren böyle bir ruha sahip ola geldi. Bu ruh olağandışılıklarda oluşturulan, seçkincilerce ihtiyaç duyulduğunda rahatça kullanılabilen ve gerektiğinde toplumun gözünün içine baka baka dillendirilebilen bir olgudur. Ne var ki bu ruh, Montesquieu’nün dediği gibi toplumun bir bileşeni değil, toplum geneline karşı seçkinlerce oluşturulmuş, kendi üzerinde karar verme konumunda olan toplum iradesine karşı seçkinci iradeyi koruyup kollayan bir olgudur. Halk ve mümkün olduğunca din dışı; Batıcı, özel bir vurgu ile “laik cumhuriyetçi” sıfatlar taşıyordu. Bu bir hegemonik yapıydı, yapılanları kimin takip ettiği, hangi maddeye göre gerçekleştiği belli değildi. Sonra bunun sorgulanması bile söz konusu değildi. Herhangi bir yetkili görünmeyen, metinde yazmayan bu ruhu referans alarak karar verebiliyordu. Mesela Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir Milli Eğitim Bakanı çıkmış, hiçbir kanuni düzenleme olmaksızın “medreseler kapatılacaktır” demiş ve kapatılmıştı. Sonra bunun aksini konuşmak yasa dışılık değil, anayasa dışılık bir işti. Yani bu bedeni olmayan ruh fiziksel metinden daha etkindi. Bunun gibi şimdilerde görünen bedenlerden bağımsız bir küresel iktidar ruhunun olduğundan söz da söz edilebileceği gibi. Türkiye’de “halka rağmen”lik pek çok iş, anayasanın kendine değil, ruhuna dayanılarak yapıla gelmiştir. Etkinliğinde azalma olsa bile varlığını hala sürdürmektedir.

1950’li yıllara kadar, yönetici seçkinler bu ruhtan aldıkları vazife ve cesaretle mesela irticai hareketlerle mücadele kaşesi altında dini manevi değerlerle mücadelede edegeldiler. Darbeler, “rejimi korumak ve kollamak” gibi bir yönetmelik maddesine dayandırılsa bile bu iş, anayasa metninde yazılı olmayan bir anayasal görevdi. Cumhuriyet tarihinin utanç abidelerinden birisi olan 28 Şubat döneminde Başbakan Bülent Ecevit bütün devlet kurumlarına gönderdiği “İrtica ile mücadele genelgesi”nde, “bu anayasal görevi yerine getirmede devlet, bütün kurumların arkasındadır” diyordu. Yani arka planda, kurumlardan ayrı bir devlet vardı ve bunlara anayasal bir görev veriyordu. Bu görevi yerine getirmeyen kurumlar da devletin mücadele hedefinde idi. Başkanlığını yaptığı kabine bunun dışında değildi.

1960 darbesinden sonra anayasanın ruhu, toplum ve temsilcilerine verilen bir ihtarla daha etkin hale getirildi. Çünkü Demokrat Parti uygulaması seçkincilerde, toplumsal iradenin gelecekte anayasayı şeffaflaştırıp gizil iktidarı ortadan kaldırarak yönetimin toplumsal siyasete dönüştürülebileceği endişesini uyandırmıştı. Özgürlükçü olarak takdim edile gelen 1961 Anayasası tüm kurumlara milli iradeyi zaptı rapt altında tutma görevi vermişti. Yani anayasanın ruhu fiziksel unsurlarla biraz daha pekiştirilmişti. Mesela 1988 yılında başörtüsünü serbest kılan ek 16. maddeyi iptal eden Anayasa Mahkemesi karar gerekçesinde özetle şöyle diyordu: “Her ne kadar anayasa ve yasalarda başörtüsünü yasaklayan her hangi bir madde bulunmuyorsa da Laik-Cumhuriyet düzeninin anayasada fiilen yer almayan müesses ilkelerine (yani anayasanın dayandığı ruha) aykırı bulunmaktadır”. Ruh seansçısı Anayasa Mahkemesi, metnin arkasındaki ruhu çağırarak sorunu çözümlemişti ve tabi toplum derinden yaralansa da kimsenin buna diyeceği bir şey olamazdı. Kararın referansı büyüktü.

Kurumlar üzerinden mevzilenmiş bu anayasa ruhu kayıt dışı bir nitelik taşıyan CHP iktidarıyla da pekiştirile geldi. Yani rejimin kurucusu ve sahibi sayılan bu parti 1950 sonrasında hiç hükümet olmadı ama hep iktidarda kaldı. Oyunu artırıp hükümet olma ihtiyacını da hiç duymadı. Onun için, mevcut hükümetleri, gözünü kırpmadan “siz hükümet olabilirsiniz, ama iktidar olamazsınız” diye tehdit edegeldi. Ortalama yüzde 25’lik bir seçmen kitlesiyle bu işlev rahatlıkla yerine getirilebiliyordu, onun için fazla oy alıp hükümet etme rizikosuna girmenin bir anlamı yoktu. O hep öyle yaptı, tarihsel görev saydığı bu misyonu bırakmayı hiç düşünmedi, anayasanın ruhu da bunu güvence altına aldı.

Üzerinden geçen 35 yıllık bir dönem içerisinde mevcut 1982 anayasasının pek çok maddesi değiştirildi. Tabir caizse pek çok yama yapıldı. Bunların en önemlilerinden birisi 2010 yılında yapılan referandumda gerçekleşen 26 maddelik değişikliktir. Bu değişiklik o dönemde AYM Başkanı olan Haşim Kılıç’ın ifadesiyle “Anayasanın bütününü değiştirmeye eş bir değişiklikti”. Ama bu girişim de beklenen sonucu sağlamadı. Ülkeyi, ulusal, küresel iktidar güçlerinin vesayetinden çıkarıp toplumun iradesine verecek bir yapı kazandırılamadı. Yani söz konusu ruh bazı maddelerin değiştirilmesiyle kovulamadı. Yani bu işlem de ruh kovma seansı olarak yeterli olamadı.

Bu anlatılanlardan da anlaşılacağın üzere anayasa üzerinde yapılacak asıl iş, bazı maddeler üzerinde yapılan tadilatın ötesinde ruhu üzerinde icra edilebilecek bir muameledir. Bu çözümün belki en makul yolu, sızmayı önlemek için anayasanın bütününün değiştirilmesiydi. Ama uzun zaman konuşulup tartışılmasına rağmen bu mümkün olmadı. Toplumda iki kişiden birisinin oyunu alan bir parti buna muktedir olamadı. Onun için şimdi sınırlı gözüken bir değişiklik yapmaya karar verildi, bu çerçevede 18 madde üzerinde bir değişiklik yapılmasına karar verildi. Anayasa ruhunun kendisinden referans aldığı, tabir caizse spritüal maddelerde önemli bir değişiklik bulunmamakla birlikte bu düzenlemelerin her şeye rağmen önem taşıdığında şüphe yoktur. Yoğun tartışmanın sebebi de budur.

III

Hedeflenen değişiklik üzerinde fırtınalar koparılmaktadır. Özellikle karşı koyanlar işi bir varoluş kavgasına dönüştürmüştür. Metnin arkasındaki hükümet konuyu iyi sunamadığı için bir taraftan bir hükümet projesi gibi gösterilirken diğer taraftan canhıraş bir itiraz cephesi oluşmuş bulunmaktadır. Başka bir konuda bir araya gelmeleri mümkün olmayan farklı inançlardan bir kesim küresel iktidarın da desteğiyle değişikliğe karşı canhıraş bir mücadele vermektedir. Tartışmalar genel geçer mantık düzeyinin ötesinde cereyan etmektedir. Öyle ki bir ülkenin iç işlerinden olan anayasa oylaması uluslararası siyasetin bir konusu haline ge(tiri)lmiş bulunmaktadır. Başta Almanya, Hollanda, Avusturya olmak üzere AB ülkeleri bu konuda yoğun bur mücadele vermektedirler. Her türlü hukuksuzluğu göze alarak, ülkelerinde yaşayan Türklerin evet kampanyalarına izin vermemekte, T.C. yetkililerini ülkelerine bile sokmamaktadırlar. Buna karşılık “Hayır” için her türlü destek sağlanmaktadır. Hatta bazı AB yetkilileri, referandumdan evet çıkarsa Türkiye’ye AB kapılarının kapatılacağı, fiili müdahalelerin bile yapılması gerekebileceği, gibi tehditlerde bulunmaktadırlar.

Yine tartışmada dikkat çeken en önemli noktalardan birisi, değişiklikle ilgili fiili hiçbir maddenin üzerinde durulmamasıdır. Evet, oyu çıkarsa ekonomi çöker, iç çatışma çıkar ve hatta ülke bölünür, gibi saçma sapan gerekçelerin ciddi bulunması söz konusu değildir. Oylamaya sunulacak metne meclis görüşmelerinden itibaren şiddetle karşı koymaya çalışan başta ana muhalefet partisi CHP’nin açık bir itiraz gerekçesi bulunmamaktadır. Öyle ki Kılıçdaroğlu galiba neyi nasıl savunacağından pek emin olmadığı için sık sık dil sürçmesiyle evetçi ifadeler kullanabilmektedir. Sanki kendisinden karşı çıkması istenmiş ama yeterince gerekçesini anlayamadığı için açıklamada zorluk çektiği izlenimini vermektedir. Bu genel yargı, diğer hayır’cılar için de geçerlidir. Açıkça PKK bölücülüğüne destek veren HDP, bir başka açık gerekçe bulamadığı için, değişikliği bölücü bulmaktadır.

Hayırcı kampanyanın söylediklerinin içinde en dikkat çeken tema, şüphesiz olağanüstü yetkilerle donatılmış bir diktatörün (ki bu kişi pratikte Recep Tayyib Erdoğan’dır) ortaya çıkacağıdır. Aslında bu iddia bu ülkenin vatandaşları için fevkalade anlamsız ve yapay bir gerekçedir. Hemen belirtelim ki mevcut şartlarda Erdoğan’ın bizzat kendisi için yeni yetkilere ihtiyacının olduğu düşünülemez. Mevcut anayasaya göre Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkiler bir krala veya padişaha tanınan yetkilerden çok daha fazladır. Bunun şimdiye kadar birilerinin (mesela Abdullah Gül veya Necdet Sezer’in) kullan(a)mamış olması bu gerçeği değiştirmez. Belki bundan sonra da o Cumhurbaşkanlığı makamına bu yetkileri kullanma kapasitesinde olmayan kişiler oturabilecektir. Değişmesi istenen maddelerde Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini sınırlandıran noktalar da bulunmaktadır. Bu işin uzmanı sınırlı sayıdaki kişinin dışında değişikliği istenen maddeler tartışılmadığı için farkın anlamının belirtilmesinin fazlaca da bir anlamı yoktur.

Metin üzerinde konuşup yazabilenler ise daha garip bir yol izlemekte, tabir caizse “iyi hoş, çocuğu selden kurtardınız, ama bunun şapkası yok” türünden bir tavır sergilemektedirler. Ortaklaşa savunduğumuz değerleri gönlünce çiğneyen Batı ülkelerinin tavrını anlamakta zorlanmaktadırlar. Batı adına Türkiye’de o değerlerin kontrolörlüğüne soyunmaktadırlar. Önek olarak söylemek gerekirse (insan hakları ve demokrasi falan demeyeceğim) kafamızda en ideal şekliyle canlandırdığımız o güzelim kuvvetler ayırımı (!) hangi Batı ülkesinde gerçek yerini buluyor? Belki sorunun daha doğru şekli, hangi ülkede milli çıkarlara feda edilmiyor. Yani ayrıntıda mevcut oylanacak olan metnin sorunları yok değildir. Türkiye öyle bir süreçten geçiyor, öyle bir abluka altındadır ki şimdilik bu ayrıntılar fuzuli gözüküyor. Şimdilik olaya daha genişçe bakıp tanenin ötesindeki tuzağı görebilmek gerekiyor.

IV

Konuya makul bir cevap bulabilmek için değişiklikle küresel siyaset arasındaki ilişkiye bakmak ve öncelikle bir ülkenin içinde gerçekleşen bir siyasal yapılanmaya bütün ilke ve teamülleri ayaklar altına alarak gösterilen tepkiyi anlamak gerekiyor. Önce bilinmelidir ki Batının derdi bir diktatör oluşumunu engellemek değildir. Çünkü Batının onayladığı, dünyada pek çok diktatör/lük vardır. Bunlar genel olarak Batı tarafından bir sorun olarak görülmemektedir. Küresel siyasetin buyruğunda bir ülke veya lider ister demokrat ister otokrat olsun önemli değildir. Önemli olan onun niteliğidir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de son yıllarda küresel siyasetin dışında kalmak isteyen ve olup bitenin farkında bir toplum, buna rehberlik etmeye çalışan bir siyasal lider (Recep Tayyib Erdoğan) bulunmaktadır. Bu durum yaptıkları planları, yürürlüğe soktukları projeleri sonuçsuz kılmaktadır. Türkiye, kendinin küresel siyaset tarafından yeniden kurulmasına izin vermemek için çırpınmakta, bu amaçla yapılan darbe gibi girişimlerini akamete uğratmaktadır. Amerikalı yetkililerin itirafına göre Türkiye’nin Suriye operasyonu ABD’nin burada iki yıldır yaptığı faaliyetleri anlamsız hale getirmiştir. Üstelik bu ülke, tarihsel misyonuna dönme çabası içindedir ve bunda şimdilik fiilen olmasa bile yakın gelecekte başarı potansiyeline sahiptir. Bu gelişme sürecinde İslâm’ın öne çıkacağında şüphe yoktur. Batı bu durumu, her şeyini kaybedebileceği bir gelecek olarak algılamaktadır. Çok açık hale gelmiş İslâm düşmanlığının sebebi de budur. 

Belki daha önemlisi küresel iktidar anlayışına gösterilen muhalefettir. Tabir caizse gece silahlı gündüz külahlı “küresel iktidar” yapılanmasına karşı dik durmayı ön plana çıkaran bir “ulusal siyaset” anlayışını dillendirilmektedir. Bilindiği üzere bugün dünya belli mahfillerce oluşturulmuş konsorsiyumlarla idare edilmektedir. Bunlar bir devlet değil, onların yerini almış gizil yapılardır. Buna göre ABD bir devlet değil, öncelikle şirketlerin oluşturduğu bir üst iktidar ortaklığıdır, burada bizim bildiğimiz anlamda ve normal şartlarda işleyen bir siyasete yer yoktur. Mesela bu çerçevede ABD’yi şimdiye kadar Bushlar, Obamalar yönetmiş olmadığı gibi bundan sonra da Donald Trump yönetecek değildir. Almanya Merkel’e, Fransa Holland’a emanet edilmiş de değildir. Kendilerini küçük düşürse bile küresel iktidarın kararları doğrultusunda icrai faaliyette bulunmaktadırlar.

Bu açıdan baktığımızda son birkaç yıl içinde sadece Suriye’de bir milyon insanın katlinden, yedi milyon insanın evsiz-barksız hale getirilmesinden açık bir sorumlu bulunmamaktadır. Gerçek katil ne Obama’dır ve ne de Merkel veya bir başkasıdır. Burada günümüzün önemli bir gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Demokrasi denen çapulcu sistem gerçek “siyasal otorite”leri ortadan kaldırmış, insanlığı, yukarıda görünmez ve hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz iktidar yapılarıyla karşı karşıya getirmiştir. Bir şeyler toplumların gözünün içine bakarak kökten değiştirilmektedir. İnsanlık, tarihi boyunca sorumluluk taşıyan, elinden geldiğince adaleti gerçekleştirme peşinde olan hükümdarlarla yönetilmişti. Adaletiyle bilinen Sargonlar, kanunlarıyla tanınan Hammurabiler, güçlü yönetimiyle istikrar sağlayan İskenderler, kanunnameleriyle ün salmış Sultan Süleymanlar insanlığı, kodlarıyla oynamadan dönüştüre gelmişlerdi. Şimdiki üstteki güç kurguları gibi yapay gerekçelerle, düzmece terör örgütleriyle insanlığa nizam vermeye kalkışmamışlardı.

Burada çok önemli bir ayırıma dikkat çekmek gerekiyor: İktidar ve otorite. Ünlü bilge Guenon’un da belirttiği gibi iktidar salt dünyevi/fizikidir, otorite manevidir ahlak yüklüdür. Siyasetin toplum önceliği göz önünde bulundurulduğunda otorite genel anlamda siyasidir, ama iktidar sırf siyasi değildir, siyaset istismarcısıdır. Kadim kültürlerde ortada vicdan ve sorumluluk taşıyan manevi nitelikli otoriteler vardı. Şimdi perde gerisinde, Kur’ân’ın ifadesiyle dünyayı ıslah ettiğini iddia eden ama ortalığı fitne ve fesada boğan, vicdan yoksunu iktidar magandaları var. Tarihsel krallar, hükümdarlar da şüphesiz yanlış hareketler de yapabiliyorlardı ama bu halleriyle bile diktatör değillerdi. Otorite yoksunu diktatör, modern kültürün yeniden ürettiği bir tiptir, kullandığı güç, adaletten yoksun tamamıyla fiziksel bir güçtür. Onun içindir ki bu bağlamda iktidarın ahlaka değil, çıkarlara dayandığı, alenen ilan edilmektedir.

Şu anda dünya, bir üst küresel iktidarın hegemonisi altında yaşamaktadır. Onun bir “küresel ruhu” bir ifriti vardır. Bu ifritle her şeyi belirlemekte, akıl almaz hilelerle dünyayı yönetmektedir. Mevcut tabloda onun en çok kullandığı araç terördür. Bu söz konusu terör, geçmiş toplumların yol kesici haramileri gibi doğal bir oluşum değildir, ihtiyaca göre özel olarak yeniden üretilmektedir. Bu yapının en önemli özelliği insan ve toplum doğasını göz ardı ederek, her şeyi gönlünce yeniden kurmasıdır. Kendisini rahatsız eden en önemli şey dünyadaki haksızlık ve zulüm değil; hakkın, hesap dışı yapılanmaların ortaya çık(arıl)masıdır. İnsanlar, toplumlar, onun çıkarı ve düzeneği için değersiz birer figürandırlar. Onun için de hayatlarının hiçbir değeri yoktur. İnsanlar bir nevi karınca sürüsüdürler ve gerek duyulduğunda ayakaltında dolaşan bu varlıkların üzerlerine rahatlıkla basılıp binlercesi bir anda öldürülebilir.

V

Şimdilerde bu küresel iktidar konsorsiyumu açısından önemli sorunlardan birisi İslâm dünyası ve özellikle Türkiye’deki gelişmelerdir. Bugün perişan halde bulunan İslâm dünyası bir gün kendine gelirse iktidarının son bulacağına inanmaktadır. Bu dünyanın uyanmasında ise Türkiye önemli bir role sahip olabilir. Türkiye bunun tarih ve kültür kodlarını taşıdığı gibi potansiyel imkânlarına da sahiptir. Kaldı ki Türkiye bu misyonunu temsil etmek zorundadır, bunu yapmazlık edemez. Rahmetli Cemil Meriç’in dediği gibi “bütün mabetleri yıksak, İslâmi eserleri yaksak, Müslüman olmadığımızı, artık bundan sonra Hıristiyan olduğumuzu haykırsak buna kimseyi inandıramayız, hep Müslümanız ve Allah’ın lütfuyla hep öyle kalacağız.”.

Türkiye kendine gelmeye çalışıyor ve küresel iktidar bundan fevkalade rahatsız oluyor. PKK dan DAEŞ e, FETÖ den Hollanda gibi bazı emir eri devletlere kadar kullanabileceği bütün güçleri seferber etmiş bulunuyor. Arka arkaya seferler düzenliyor. Bu ülkedeki her hareket onu tedirgin ediyor. Şimdilerde tedirginlik duyduğu şeylerden birisi yapacağımız anayasa değişikliğidir. Bunun gerçekleşmemesi için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Niçin bu kadar canhıraş bir mücadele verdiklerinin cevabını yukarıda uzunca yaptığımız açıklamalar ışığında verebiliriz.

Şüphesiz karşı çıkmalarının sebebi söz konusu edildiği üzere maddelerde yer alan ve ayrıntısı hiç de önem taşımayan değişiklikler değildir. Bir anayasa bütünüyle değiştirilebilir ve bunda bir sorun görülmeyebilir. Çekindikleri şey, gerçekleşebileceğini tahmin ettikleri bazı nihai sonuçlardır. Mevcut metinden ayrı olarak yapılması istenen şeylere bir bütün olarak bakıldığında onları kaygılandırıcı değişiklik birkaç noktada toplanabilir:

1- Tüm kısmî değiştirme girişimlerine rağmen anayasanın sabit kalan ve tabir caizse toplum ruhuyla uyuşmayan anayasa ruhunun bu defa değiştirilebileceğidir. Bu tekin olmayan ruhun anayasa metninden uzaklaştırılabileceğidir. Böylece anayasa daha şeffaf hale gelecek, gizil iktidarlar bitecek, toplum daha bir merkeze gelmiş olacaktır. Kurumların gizil görevleri son bulacak, aralarındaki çelişki ve buradan doğan sorumsuzluk ortadan kalkacaktır. Bu durum sağduyulu bir siyasal otoritenin gereğidir. Bugün dünyanın küresel iktidar sahiplerine değil, siyaset otoritelerine ihtiyaç vardır.

2- Belki daha önemlisi Türkiye’de yönetimin, modern kültürün öncelediği iktidar kurgusu olmaktan çıkıp bir siyasal otorite haline gelmesidir. Dikkat edilince görülür ki küresel iktidarın belirlediği tartışmanın odağında Erdoğan’ın diktatörlüğü yer almaktadır. Dünyada hiçbir diktatörün diktatörlüğü böylesine tartışılmamıştır. Küresel siyaseti tedirgin eden şey Erdoğan’ın bir diktatör olması değil, bir siyasal otorite olma ihtimalidir. Küresel iktidarın düzeneklerini ifşa edebilecek, ülkesinin dışında da takdir görebilecek ve dolayısıyla ezber bozabilecek bir liderin ortaya çıkma olasılığıdır. Bu sonucu küresel iktidarın ifriti’ni kovmaya zemin hazırlamak olarak da niteleyebiliriz.

Gerçekten de küresel değerlerin nasıl anlamsız hale geldiğini aydın olmak vasfının ötesinde siyaset bağlamında birilerinin çıkıp anlatması gerekiyor. Tabi sömürge mantığını aşmış bir aydın görüşlerine ihtiyacımız vardır. Umarız ki bir aydın kesimimizin küresel iktidarın mantığına göre formatlanmış, Batının birer araç olarak kullandığı ve artık “yüksek” vasfını yitirdiği değerlerin kontrolörlüğü ile yetinmez.

Yine umarız ki bu anayasa referandumunda değişiklik kabul edilir. Anayasa şeffaflaştırılır ve onun olumsuz ruhu da saf dışı edilir. Şüphesiz böylesi bir değişiklik yalnız mevcut iktidarla ve bu arada Erdoğan’ın şahsıyla ilgili değildir. Ülkemizin içinden geçtiği bu badireli dönemde Erdoğan’ın bir süre bu otoriteyi temsil etmesi gerektiğinde de şüphe yoktur. Umarız iş, yaşanan süreci, niçin hayır dediğini açıklamadan bile yoksun bir kesime kalmaz. Tabi bu bizim samimi beklentilerimizdir. AK Parti ve Erdoğan’ın bu yolda nasıl bir mesafe alabileceğini ise zaman gösterecektir.