Röportaj: Bilal Can
Nihat Dağlı kimdir?
Nüfus kütüğündeki bilgiler doğruysa (ki doğru değil) 1966 yılında Mardin’de doğdu. Anne ve babasının hikâyesine… Kürtçe’nin içinde oyunlar oynarken ilkokula yazıldı. Bilmediği Türkçe’yi öğrenmek durumunda kaldı. Öğrenmeye çalıştığı dilde dersler gördü. Ortaokula yazıldığında hep bir ‘sürgün’ olarak yaşayacağını bilmedi. Kaderi, anne ve babasının bilmediği Türkçe’de hikâyesini kurmak oldu. Lise için Adana’ya yolu düştü ve İzmir’e bir üniversite öğrencisi olarak vardı. Okullardan çok okuduğu kitaplara minnettar… Babası öldüğünde kocaman bir hayata maruz kaldı; payına, annesi ve kardeşleriyle yaşamak düştü. Memur oldu. Omuzladığı yüklerin kalbine ve zihnine bıraktığı ağrılarla okudu/yazdı. Memurluktan istifa edip, yurt bildiği kitaplara daha çok gitti. Okuyarak ve yazarak rızkını temin etme imkânını buldu. Şükretti buna! Editör ve yazar olarak çalıştığı yayın grubu içinde kitaplar yayımladı. İzdüşümler; Bu Kavga Kimin?; İnsanı Kitaba Çağırmak; Hiçkimseye Mektuplar; Hiç, Yoktan İyidir; Elveda Oblomov; Çıkar Sokak ve Sılada Gurbet Tadı kitaplarının yazarı… ‘Nihat Dağlı kimdir?’ sorusuna hakikatli bir cevap olmak için yaşıyor.
Her şehrin insan üzerinde değişik etkileri vardır. Siz de İstanbul’dan İzmir’e giderken bu iki şehir hakkında neleri karşılaştırdınız. İstanbul mu zor bir şehirdir İzmir mi?
İstanbul’dan önce İzmir’deydim. En çok İzmir’de ‘ol’dum. Üniversite öğrencisi olarak geldiğim kentte ayıklandım ve toparlandım. Hayat denen şey İzmir üzerinden dokundu bana; sunduğu şey içinde hayatı heceledim. İzmir’i sevdim; imkânlarıyla kendimi güvende hissettim. İzmir’deydim ama İstanbul’a yazıyordum; merkezi İstanbul’da olan gazete ve dergilere İzmir’den katılıyordum. Zamanla ummadığım sayıda adresim oldu İstanbul’da; bana açık kulak… Bu tarafımla İstanbullu’ydum; kurduğum cümlelerle ayak basıyordum şehr-i İstanbul’a.
Uzun süre İstanbul çağırdı. Neticede bütün bir Anadolu’nun kalbi o! Taşrada memleketin ruhuna dair cümle kuranları kendinden sayar, gün gelir merkeze çağırır onları. Çağrılanlardan oldum. Çekip vardım İstanbul’a. Taşradan bir düş olarak görünen şehri yaşamaya koyuldum. Kurduğum cümlelerle hayatına karıştığım mekânın ruhuyla sarındım.
11 ay kalabildim İstanbul’da; tek bir cümle kurmadan İzmir’e döndüm. Başta, orda ne yapacağımı değil ne yapmayacağımı kavradım. İstanbul’da yaşamanın İstanbul’da olmak olmadığını anladım. Gürültüye boğulmuş mekânda ruhuma sığınak bulamadım. Koca bir sahneydi İstanbul ve herkes sahneye çıkmak için koşturuyordu. Merkezde yarış vardı; galip olmak tek meseleydi. ‘Oyun’dan sürgün olmuş kalbime, ‘yarış’a yazılmayan hallerime karşıt bir şeydi bu. ‘La!’ dedim bu ‘oyun’a, ‘taşra’nın yarışsız sükûnetine döndüm.
Şehirden şehre göçerken bir gurbet sılası, sizin deyiminizle ‘’Sılada Gurbet Tadı’’ her daim insanın dimağında yer eden bir olgudur. Kentleşme ve sanayileşmeyle birlikte köylerinden ayrılıp kentlere göçen insanlar Mübeccel Kıray’ın “tampon bölge” olarak nitelediği “gecekondular” kurarak kendi köy yaşantılarını şehrin varoşlarında yaşatmaya çalıştı. Köyden kente ya da taşradan merkeze doğru olan bu yatay hareketlilikte insan neyin gurbetini taşıdı kendiyle.
İlerlemeci tarih tasavvurunda bir iyimserlik var; kentleşme ve sanayileşmeyi iyi bir şey olarak okur. Bu iyimserliği paylaşmıyorum; kentleşme ve sanayileşmede çok temel bir ‘yırtılma’ görüyorum. Merkeze doğru yatay hareketlilik olarak okuduğunuz durumda görünen mekan değişimi, yüzeyde bir mekandan kopup başka birine eklenme halidir. Ama sadece bu kadar değildir; kentleşme ve sanayileşme, özde/derinde olan bir kopuşun mekanda görünür olmasıdır. Pre-modern dönemde insan sadece tabiatın içinde bir şey değil, tabiat denen ‘bütün’e ait/dahil bir şeydi. Kendinden tabiata giden biri değildi, tabiattan kendine varıyordu. Kendini tabiata dayatmıyor, tabiatın imkanları içinde var oluyordu. Kavga edilecek şey değildi tabiat, çözülecek/anlaşılacak dili olan şeydi. Pre-modern insan, dilini çözdüğü tabiatın imkanlarına uyarlıyordu kendini. Tabiat insanı değil, insan tabiatı giyiniyordu.
Kaçınılmaz bir şey miydi, değil miydi tartışmasına girmeden söylüyorum: Kentleşme ve sanayileşme dediğimiz şey, insanın tabiat üzerinde bir iktidar talebidir; tabiata uymayı değil, tabiatı kendine uydurmayı ister. İnsan sanayileşmeyle birlikte kendini tabiattan ayırdı, daha üstte bir yere koydu. Ruhen koptu tabiattan. Bu kopuş sebebiyle sanayileşme (dolayısıyla kentleşme), bir yabancılaşmadır; insanın içine doğduğu tabiattan/yurttan kopuşu, ona yabancılaşması…
Sanayileşme bu kopuşta gelişti, kentler de sanayinin olduğu merkezlerde belirdi. Kent köye bir çağrıydı; şeytanın insana yaklaşması… Epey kışkırtıcı hazlar sunuyordu köye; daha fazla para, daha fazla imkan ve konfor… Bedelsiz bir haz olarak beliriyordu kent! İnsan yeryüzü cenneti olarak inşa edilen düşe gönlünü düşürdü; kışkırtılan nefsinin isteklerine yazıldı. Koptu köyden; yani tabiattan, yani ‘bütün’den… O günden sonra yalnızca istekleri oldu; arzularının neye rağmen tatmin bulduğuyla ilgili olmadı.
Kentin merkezine yürüyecek durumda değildi. İstese de bunu yapamazdı. Kentin kıyılarında dur(durul)ması gerekiyordu. Kentin kendisi olmak üzere çağrılmamıştı çünkü. Var olan kentin devamına çalışacak bir araç şeklinde kurgulanmıştı. Kentin periferisinde oluşan ikamesinde salt bir ‘yorgunluk’ kesildi. Köyden, tabiattan, dahası tabiatın büyüsünü ruhuna üfleyen anlatılardan düşüp, ‘beden’ine hapsoldu. Kıyıda, arada öylece durdu. Ne geri dönebildi ne de merkeze yürüyebildi.
Sıla, gurbet, özlem hep birlikte anılan kelimeler oldu. Bu gurbetin hüzünlü yanında şehir insanıyla göç eden insan resimleri hep neden bir burukluk taşır?
İnsan tabiatın kucağına/içine doğan bir şeydir. Dolayısıyla insanın ilk yurdu tabiatın kucağı, köydür. Köy ve tabiat insanlığın çocukluğuna/sılasına tekabül ederken, insanlığın gelişimi ve kentleşmeden geçmesi gurbetine… Sanayileşmeyle birlikte insan yurdundan/köyünden yırtılarak çıktı, bir anlamda aslından koptu. Kendisine ‘sıla’ olan yerden ‘gurbet’e geldi. Onun köyden kente gelişi, ‘bütün’den kopuş olan özsel bir yırtılmadır. Sıla, özlem, gurbet gibi insanlık durumlarının temeli de bu yırtılmanın insana kazıdığı hallerdir. İnsanın doğduğu yere özlemi sadece mekândan kopuşu işaretlemiyor, bu özsel yırtılmadan da haber veriyor. Bedenine tanıdık gelen mekânı değil, ruhuna iyi gelen yurdu arıyor.
Mardin, Adana, İzmir, İstanbul ve yine İzmir izleğinde bir hayatınız var. Şehirlere bölünmüş birisiniz. Göç içinde kurulurken neler hissettiniz?
Mekâna doğarken bir hikâyeye de doğmuş oluruz. Anne ve babamızın hikâyesinin bir yerine eklenir, bu hikâyeye sinmiş tarih ve sosyolojiyle kuruluruz. Kimlikler ediniriz bu kurulma içinde. Kürt veya Türk oluşumuz doğuştan değil, hikâyelerimizdendir. Anne ve babamızın etnisitesine, diline, dinine dâhil oluruz. Hatta erkek ve kadınlığımızı dahi sosyolojimiz belirler; biyolojimizi değil, cinsiyetimizi nasıl yaşadığımızı… Sonradan edindiğimiz bu kimlikler büyümemize eşlik ederek kemikleşir, onların özsel olduğuna inanmaya başlarız. Oysa hepimiz başta hayatın sakinleri insanlarız. Doğduğumuz mekânlar farklı olsa da hepsi gökkubenin altındadır. Derilerimiz değişik olsa da hepimiz doğar ve ölürüz; aynı kanı taşır, benzer korkular ve kaygılar içinde hayata yürürüz. Siyasi sınırların, vatanların ve bayrakların varlığı hakikatte yoktur, sonradan inşaların nişaneleridirler sadece.
Bana öyle geliyor ki, bir şehirden diğerine gidişlerim, hikâyemin ‘yapı-söküm’üne karşılık geliyor. Hayatımın evrelerine işaret olan şehirlerde, hep hissettiğim göçmenlik duygusu içinde bende olan şudur: Anne ve babamın hikâyesi, tarihi ve sosyolojisiyle giyindiğim o kadar kimlikten, dâhil olduğum göçler sayesinde soyunabildim. Soyunarak çıplak kaldım. Sonra çıplaklığıma, bedenime, ruhuma şık gelecek elbiselerin ihtiyacını hissettim. Hayatım bu elbiseleri bulma, kendimce dikme çabası içinde geçti. Kürt veya Türk olmaktan çıkıp insan, sınırlardan geçip yeryüzü vatandaşı oldum. Şu temel sorunun peşinden gittim hep: İçine doğulan mekânın/hikâyenin/sosyolojinin belirlediği kimliklerin insanı olmak mı, yoksa yeni bir imkân olarak yaratılmış olmanın gereği taze bir dilin sahibi olmak mı? Tercihim ikincisi oldu.
İnsan neyin gurbeti içinde yaşamalı? Gurbet vatana mı, anneye mi, sevgiliye mi?
Evet, insan başta neyi talep etmeli? Kutsal metinlerin, büyük anlatıların, hikmetle akraba felsefenin başlığa çıkardığının altını çizeceğim: İnsan kendini bilmeli ve tanımalı! İnsan en başta var olmalı, bir imkân olarak yaratılmış beninden kendini doğurtmalı. Zira ancak var olabilmiş insanın bir şeyi olur. Var olmamış ben’in ne vatanı ne de gurbeti vardır. İnsan var olmadan bir yer edinemez, bir yerden kopamaz, bir yerin hasreti içinde olamaz. Olsa olsa, var olamayışın sancısını duyabilir. Olmayan insanın vatanı, annesi, sevgilisi ve özgürlüğü bütünüyle bir simülasyondur. Bu hususta tasavvuf, irfani metinler hakikatli şeyler söyler. Varoluşçuluğun kimi filozofları, bireyci anarşizmin teorisyenlerinden Max Stirner de…
Bugün daha çok, insan denen şahsiyetin azlığı sözkonusudur. Araçların özne olduğu ve insansızlaşmanın yaşandığı uygarlıkta, insan en çok yokluğunu fark etmeli. Yokluğunun boşluğuna bir tohum olarak düşmeli ve var bir şey olarak oradan çıkmalı.
Koptuğu yer (köy) ile geldiği yer (kent) arasında insan neyini kaybetti de büsbütün kayboldu?
İnsan köyde tabiatın içinde döngüsel bir hayat yaşıyordu. Tabiatın kıyısında, kenarında veya üstünde değil, ona dahil bir şey olarak… Ayrıca kendisine ve tabiata açıklama gibi duran sözel anlatıların içinde… Sanıyoruz ki köyde dümdüz, tekrar bir hayat yaşanıyordu. Hayatın ve varlığın diyalektiğine ters bir şeydir bu. Anadolu türkülerinin kaynağı, köy/tabiat insanıdır. Bu ilginç değil mi? Bu türküler dümdüz bir yaşanmışlığı söylemiyor; çelişkiye, çatışmaya, kaygıya, insan denen varlığın altını çizen ‘iyi’ hallere dikkat çekiyor. Varlık statik bir şey değildir, kalbi olan bir şeydir. Kalbi olduğu için de canlıdır; kımıldanıp durur! Dolayısıyla köyde/tabiatta yaşayan insanın da ‘hareket’i vardı ve bu hareket içe doğruydu. İçe doğru gelişiyor, türküleri buradan çıkıyordu.
İnsan köyden koparken, kendisini varlıkla uyum halinde yaşatan anlatılardan yoksun kaldı. İçe doğru gelişen ‘hareket’e yabancılaştı. Yabancılaştı çünkü dışa yönelen gelişimle varlığını sürdüren kentlere gelmişti. Kentin yüzü dışa dönüktü, dışarıyı kendine dahil ederek gelişiyordu. Köylü yurdundan koparak sesinden oldu ve geldiği yerin sesini de edinemedi. Köylü/kentli insan bir garip sesler çıkarmaya başladı. Çünkü o, kentte köyü yaşamak gibi bir zorluğa mahkumdur.
Her kitabınız sanki bir eksikliği tamamlamak için yazılmış. Hayatta en çok insanın eksikliğini hissettiği şey nedir?
Nihat Dağlı başlığının altına samimiyetle şu kelimeyi koyuyorum: “Eksik”… Kendimi bilme, tanıma ve kurma peşinde sürdürdüğüm yolculuğumda derinden hissettiğim bu! İnsan en çok ‘eksik’ bir şeydir. Hakikatli ve sahih insanların hepsi de bunu görmüş, bunu söylemişler. Bütün çabaları eksikliklerini tamamlamak, boşluklarını doldurmak olmuştur. Ama nihayette tamamlanmayacaklarını anlamış, eksiklikle yaşamanın acısını ve ağrısını hissederek yaşamanın büyük değer olduğunu farketmişler. Acı ve ağrı kesilip susmuşlar.
Önceleri yaşamış zirve insanlardan farklı değilim. Talihim, hakikate ait oluşlarını fark etmiş olmam ve kendileriyle akrabalık hissi içinde yaşamam. Şükür, hakikatin içinde ‘ol’muş sahih insanların bugüne kadar gelmiş dillerinin taliplisiyim. Ruhuma gurbet olan yeryüzünde, sıla özlemi içinde cümleler kuruyorum.
Yazmak bir karşı duruş mudur yoksa yaşamı anlamlandırmak mıdır?
Okumalarımın ve dilimin merkezinde, içine bırakıldığım varlığın ve kendimin hakikatine ermek vardır. Varlığıma çalışmak adına kurduğum cümleler tabii ki, varlığıma yönelmiş yönelimlere ‘hayır!’ anlamına geliyor. Dolayısıyla, okuyarak ve yazarak ‘itiraz’ oluyor, direniyorum.
Edip Cansever, “Mendilimde Kan Sesleri” isimli şiirinde; “Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar / Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar” diye sorar. Sizce bir mendil niye kanar?
Bir şair olmadan, Hölderlin’in ifadesiyle, yeryüzüne şairane oturmadan kanayan bir mendiliniz olmaz. Şair, ‘iç ülke’si olan insandır; ülkesinde, yeryüzünde ‘iç ülke’siyle yaşar. Ve iç ülkesiyle yaşamak durumunda kaldığı dış ülke arasında uzunca bir mesafe/karşıtlık vardır. Dış ülke, şairin ‘iç ülkesi’ne karşıtlıkta büyür; ‘iç ülke’ dış ülkenin dayatmalarıyla kanar. İçlerinde ‘iç ülke’ kurmuş her insan yeryüzüne şairane oturur. İçleri kanar, ince mi ince hastalıkları olur, mendilleri al kana boyanır.
On5yrimi5.com