Ahmet Taşgetiren’in Star gazetesindeki yazısı…
Siyasi iktidar ve yargı ilişkisi her zaman önemli olmuştur.
Siyasi iktidar güç kullanmak demektir, yargı da gücün kontrolünü öngörür.
Siyasi iktidarın kendisini yargı çerçevesi ile sınırlaması, o yapının sağlık göstergesidir ve her zaman da sorun alanı olmuştur.
O yüzden sistemler, yargının siyasi gücü sınırlayabilmesini, kendileri için bir “erdem örneği” olarak sunmaktan memnun olmuşlardır.
Yargının bir güç kullanma aracı haline geldiği durumların da “jüristokrasi” diye nitelenen bir sistem sorunu haline geldiği zamanlar olmuştur.
Tersine, iktidarın Yargıyı kendi gücünün uzantısı haline getirmesi durumu da ortaya çıkabilir ki, o gücün kontrol edilemezliğinin katmerlenmesi gibi bir facia ortaya çıkarır.
Osmanlı’da, diyelim Fatih Sultan Mehmet’in bir Rum mimar karşısında “Davalı” hale geldiği ve mahkeme huzuruna çıktığı, sanık olarak yargılandığı, Hükümdarlık statüsünü sergilemesine izin verilmediği, hatta mahkum olduğu, “İktidar – Yargı ilişkisi” konusunda ideal örnek olarak anlatılır. Bu olayda, Yargının dirayetinin, Hükümdar’ın da Yargı’ya saygısının altı çizilir.
Yine Osmanlı uygulamasında, Padişahların savaş vs gibi herhangi bir hassas icraat için Şeyhülislam’dan fetva alması Yargı müessesesini devlet sisteminin tayin edici unsuru olarak görmesi ile değerlendirilir.
Bu konuda Kanuni ve Şeyhülislam Ebüssuud Efendi’nin ilişkisi ilginç bir örnektir:
Kanuni vefat eder. Bir vasıyyeti vardır. Kabre konacağı zaman, bir sandukanın kendisi ile birlikte gömülmesini istemiştir. Bu İslam örfünde yoktur. Bunun üzerine sandık açılır. Bakıldığında içinde Şeyhüislam’ın verdiği “Fetvalar”ın bulunduğu görülür. Ebüssuud Efendi gözyaşları içinde şöyle der:
“- Hey büyük Sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mesuliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım.”
Bütün Osmanlı uygulaması böyle midir, tartışılabilir ama o dönemin idealize edilmesinde Padişahların bütün kudretlerine rağmen bu tür “hassasiyetler”inin büyük etkisi vardır. Herhalde, hukuksuz bir padişah tavrını kimse bugün hatırlamak istemezdi.
Aslında bu, evrensel bir kriterdir. İnsanlığın damarlarında “Adalet” hassasiyeti vardır.
Bunun Batı’dan bir örneğini, okul kitaplarına geçmiş olan “Berlin’de hakimler var” özdeyişi ile okumuşuzdur.
Olay, Prusya Kralı 2. Friedrich’in saray yaptırmak için bir köylünün arazisine el koymak istemesi ile bağlantılıdır. Köylü arazisini vermek istemez, Kral ısrar eder, sonunda iş “Ben Prusya kralıyım, beni nasıl önleyeceksin ki? Kime güveniyorsun?” şeklindeki güç gösterisine gelir. Köylü şunu der: Senin kral olduğunu biliyorum. Ama Berlin’de hâkimler var. Ben de onlara güveniyorum.” Kral aslında mahkemelerin ıslahı için bir proje yürütmektedir. Bu cevap üzerine ıslah ettiği mahkemelerin adaletine kendi aleyhine bile güvenildiğini anlar ve tarihe geçen şu ünlü sözünü söyler: “Hiçbir güç, hiçbir iktidar, kral dahi olsa adaletten üstün değildir.”
Şu sıralar Amerika’da bir şeyler oluyor ve Trump’ın “iktidar” olarak güç kullanma tavrına, bir bayan yargıcın “İtiraz”ı küresel gündem haline geliyor. Federal yargıç Ann Donnely Trump’ın kararnamesine rağmen geçerli vizesi ve oturma izni olanların sınır dışı edilmesini durdurmaya yönelik karara imza atıyor. Bu belli ki cesaret işi olarak görülüyor ve bu cesareti gösterdiği için alkışlanıyor.
Türkiye de bir sistem tartışması yaşıyor. Tartışmada Yargı erki ile iktidarın ilişkisi de önemli bir başlığı oluşturuyor.
Türkiye, İstiklal mahkemeleri, Yassıada Mahkemeleri, 28 Şubat hukuku ve Ak Parti için kapatma davası ve “Kumpas hukuku” ile yargının güdümlenmesine …